12 Mart 2008 Çarşamba

Kahraman


Kahraman

Dahhak
Kahraman tarihin en esaslı malzemesidir. Milletlerin tarihi, kahramanla yükselir. Kahramanı olmayan bir milletin tarihi sığ ve durgun bir göl gibidir; büyük ve geniş de olsa, iç açıcı ve inşirah verici değildir.
Yunanlı, tarihini bir kısım esâtîrî kahramanların omuzlarında bayraklaşdırdı. Kadim Roma, Sezar ve onun gibilerle tarihe mâl oldu. Kartaca Anibal’in vesâyâsı altında sesini insanlığa duyurabildi. İran Firdevsî’nin mâhir, oynak ve velûd kalemiyle en rengîn ve zengîn kahramanlık destânlarına ulaşdı. Ve daha niceleri niceleriyle...
Millet vardır, onun tarihi, tek sütun üzerine oturtulmuş bir kemer gibi, tek bir kahramanın etrafında örgülenir. Millet de vardır, onun tarihi, yüzlerce kubbesi olan bir ma’bed gibi, binlerce sütuna dayanıp yükselir. Makedonya, tarih-i kadimiyle İskender’in omuzlarında yücelmiştir. Fransa, Napolyon’un; Almanya, Bismark’ın veya farklı bir anlayışa göre Goethe’nin.
Bizim tarihimizde ise, ne kahramanları saymak, ne de isimlendirmek mümkün değildir. Belki ona bütünüyle “Kahramanlar tarihi” demek daha uygundur. Çünkü bu millet, yıllarca, hasım bir dünya karşısında, yerinde taarruz ve yerinde müdafaasıyla, o kadar çok kahraman çıkarmışdır ki; Ömer desen, arkadan Halid’in kükreyişi duyulur. Fâtih desen Yavuz’un sesi yükselir. Fetih desen, Mohaç desen bütün bir Anadolu inler; Çanakkale’lerin uğultusu işitilir... Tarihinde, kahramanlıkların, böylesine sıra sıra geçit yaptığı ikinci bir millet göstermek oldukça zordur.
Batılı, bu milletin ciddî bir tarihi olmadığını söyler. Doğrudur. Hani Malazgirt’in kanatlanan yiğitlerinin hikâyesi? Hani üveyk olup batıya pervâz edenlerin serencâmesi; hani her defasında haçlıları göğüsleyenlerin mezarı ve kitâbesi? Ve, hani “yurdunu alçaklara çiğnetmeyen”lerin kümbeti ve türbesi..?
Başkaları, kendi tarihlerinin en değersiz hâdiselerini, en ehemmiyetsiz vak’alarını ihtimamla kaydetmelerine karşılık, nerede benim geçmişimin, herbiri başlı başına bir tarih sayılan kahramanlık destanları? Molla Hüsrev gibiler, neden “i’tilâ dönemi”nin (1) tarihini yazmadılar? Neden Yavuz Selim gibilerin askerî güç ve dehâları, idârî kabiliyet ve âlemşümûl tedbirleri kendi devirlerinde kaydedilmedi? İbn-i Kemâl gibi muktedir bir dimağa ne olmuşdu ki, “doruk dönemi”nin vak’alarını “hezar-fen” (2) kalemiyle tesbit etmedi? Lûtfedip de, son meçhûl kahramanımızın kitabesini yazan “Viranelerin Yascısı” dertli şairin: “Gömelim gel seni tarihe! desem sığmazsın.” mısraını duyacağımız âna kadar, bu sorular kafalarımızı kurcalayıp durdu. Şimdi ise, tarihi yazılamayacak kahramanların da bulunabileceğini düşünüp teselli olmak istiyoruz.
Evet, millet vardır, “tarih” deyip destan yazar. Ve kitâbelerle geçmişine ihtişam kazandırır. Bunlara, tarih yazan milletler diyebiliriz. Millet de vardır, tarih yapar, destan ve türküsünü başkalarına bırakır. Öyle zannediyorum ki, tarihî literatürlerimizin “fakr-u hâlinin” altında da, bu husus yatmaktadır. Biz kahramanlık gösterip tarih yapdık. Onun akustiğini, kapıkulu ve halâyiklerimize bırakdık.
Gladyatör, kendi kahramanlık mücadelesini göremez ve sezemez. Onu arenanın çevresindeki seyirciler daha iyi görür ve daha iyi tesbit ederler. Eğer mutlaka bizim için de bir kahramanlık destanı gerekli ise, ben şahsen onu, insaflı bir yabancının kaleminden dinlemeği tercih ederim. Lamartin’in, takdir dolu gözlerinden, tarihimin bağrına damlayan yaşlar; Piyer Loti’ye, mezarlarımdaki selvilerin gölgesinde gömülme arzusunu uyaran güzellik ve câzibe, Peçevî’nin ustûrelerinden daha canlı ve daha tesirlidir zannederim. Görkem odur ki, onu başkaları beğenir. Fazilet ve kahramanlık odur ki, onu düşmanlar dahi takdir eder.
Bir de içe doğru ve benlikde derinleşen mâverâî (3) bir kahramanlık vardır ki, ne doğu ne de batı, böyle bir kahramanlığı hiçbir zaman tanıyamadı. Bu itibarladır ki, tarihin sayfalarına aksetmemiş bu kahramanlığı, ancak benim ülkemde görmek mümkündür.
Evet, kahramanlığın bu çeşidini görmek için, mutlaka bu diyara seyahat lâzımdır. Zira, nefsine gurur geldi diye, sırtına bir çuval un yükleyip, halkın içinde yürüyen devlet reisi; bir hamlede batının en güçlü ordularını târumâr edip, sonra kralın sarayındaki hazineler karşısında: “Dün bir berberiydin, bugün muzaffer kumandan, yarın toprak altında hesaba hazır bir insan” diyen, başı dönmemiş, bakışı bulanmamış kumandan; şarkı, garbı halâyık olarak kullandığı bir dönemde, bir hakikat erinin atının ayağından sıçrayan çamurla lekelenen cübbesinin, tabutuna sarılması tavsiyesinde bulunan büyük asker ve idare adamı, ancak bu ülkenin insanları arasından zuhur etmişdir.
Evet, orduların başında cihanı ezip geçen; tahtına oturduğunda dünyaları idare eden; gece halvetde (4) zâhit kesilen gerçek kahramanı tanımak için, behemehal bizim ülkemize uğramak lâzımdır. Çünkü tahtlarla, tâclarla başı dönmeyenler; mebde ve müntehâsı aynı gidenler; önü-sonu birbirine benzeyenler; hayat ve hâdiseler karşısında değişikliğe uğramayanlar; aşkı, heyecanı ve iniltileriyle meleği, feleği velveleye veren talihliler, sadece bizim dünyamızda bulunur.
İffet bizim ülkede yetişen nilüferdir. Hasbîlik bizim ilin gülüdür. Diğergâmlık (5) bizim bahçelerin lotus’udur. Bizde bulunur, vâsıl olup tadmamak. Bizdedir, yaşatma arzusuyla yanıp tutuşmak ve yaşamayı unutmak. Bizim insanımız bilir, hizmetde önde, ücrette arka sıralarda bulunmayı. Dünya, bizde gördü, bizde tanıdı sevilmeden sevmeyi...
Fütüvvet (6) bizde şehbâl açdı. Şehâmet, gayret bizde tuğlaşdı. Gülbanklar, bizde dünya ve ukbâyı bir araya getiren besteler hâline geldi. Ve asırlarca insanımız, bu mutlak âhengin “demine, devrânına (hû) çekdi..”
Onun için, bu ülkede münferit kahramanlık aramak, beyhudedir; aransa da bulunamaz. Bu ülkede kahramanlık sıra dağlar gibi bitevî ve her yeri zirvedir. Bunu dost da, düşman da böyle söyler, böyle bilir.
Sen de “Görürsün, hissedersin, varsa vicdanınla imanın;Ne müthiş bir hamâset çarpıyor göğsünde” vatanın.Ebna-i vatanın (7) ve O’na rûh veren Furkânın (8).
1) İ’tilâ dönemi: Yükseliş dönemi.

2) Hezar-fen: Çok bilen, bir çok sanatı birden çok derecede yapabilen.

3) Mâverâî: Öteye mensub. Diğer âlemle alâkalı.

4) Halvet: Tek başına kalmak. Tenhaya çekilmek.

5) Diğergamlık: Başkalarını düşünme.

6) Fütüvvet: Yiğitlik, cömertlik. Dostlara af ve safh ile muâmele.

7) Ebna-i vatan: Vatan çocukları.

8) Furkân: Kur’ân-ı Kerim. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötülüğü fark edip ayıran.

Hiç yorum yok: