22 Mart 2008 Cumartesi

İdealsiz Nesiller/A. Şahin


İdealsiz Nesiller
Nesilller kendilerine gösterilecek yüksek hedef ve ulvî ideallerle canlılıklarını korurlar. Hedefsiz, mefkûresiz kaldıklarında da kadavralaşır ve birer iskelet haline gelirler. Otlar, ağaçlar, hatta tabiattaki bütün varlıklar, canlı kaldıkları sürece çiçek açar, meyve verir ve faydalı olabilirler. İnsan ise; ancak yüksek ideâlleri, aksiyon ve mücahedeleriyle canlı kalır ve varlığını sürdürebilir. Hareketsiz bir uzvun kireçlenip kuruması, kullanılmayan bir maddenin paslanıp çürümesi ne ise hedefsiz, gâyesiz, dolayısıyla da hareketsiz kalan nesillerin, delik deşik olup gitmesi de aynı şeydir.
Bir cemiyet, üzerinde kurulup geliştiği felsefe ve ma’nevî değerlere sımsıkı bağlı kaldığı müddetçe, ihtişam ve dinamizmiyle pâyidâr olur. Kendine has bu diriltici iklim ve bu esaslı kaidelerden uzaklaşmağa başladığı andan itibaren de içten içe kokuşup çürümeye ve dağılıp gitmeye yüz tutar. Onun içindir ki; millî vahdetimiz adına, millet fertlerinin, bir mihrab gibi her zaman etrafında toplanıp durdukları yüksek mefkûre ve mukaddes prensiplerin korunup kollanmasına ve “ilelebet” devam ettirilmesine milletçe gayret gösterilmelidir.
Milletin ümit kâsesini elinde taşıyanlar, herşeyden evvel, nesillerin gönüllerini bu yüksek mefkûre ve ideâllerle donatarak, onları, Hızır çeşmesine giden yollara irşad etmelidirler. Dertsiz, davasız, gayesiz ve ideâlsiz nesillerin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da bir alev, bir tûfan haline gelerek, etrafındaki herşeyi yakıp yok etmesi tabiî ve kaçınılmaz olur. Bizler, şu son bir-iki asır içinde, bu türlü ölüm deliklerinin, hem de en korkunçlarına, defalarca maruz kalmış bahtsız bir milletiz. Dostun vefa bilmediği, düşmanın hıyanet ve cefadan usanmadığı hasret ve inkisar dolu bu dönemde, millet ağacı defalarca ırgalandı; cemiyetin ruh kökü tekrar tekrar baltalandı; yığınlar her dönemeçte başka başka devler ve gulyabânilerle karşı karşıya kaldı. Eğer bu çeşit çeşit ölüm ağlarına, her mâruz kalışımızda bir inayet eli imdadımıza yetişmeseydi, milletçe bu cehennem çukurlarından birine gömülmüş ve tarih sayfalarından ebediyyen silinip gitmiş olacaktık...
Gelecek günlerde, bizleri nelerin beklediğini söylemeye ve bâtılı tasvir ederek, saf düşünceleri ümitsizlik içinde boğmaya gerek yok; millete, kendini yenileme yolları gösterilmeli ve istikbâli omuzunda bayraklaştıracak genç kuşaklar, ulvî hedeflere, yüksek ideâllere irşad edilerek gayesizlikten kurtarılmalıdırlar.
Bu yüce vazife, mektepten mâbede kadar, bütün millî müesseselerde hassasiyetle benimsenmeli ve imkân elverdiği nisbette de kafa ve kalb izdivacına muvaffak olmuş, aydın ve hasbî ruhlara gördürülmelidir. Zîra, mürşid ve muallim evvelâ kendi ruhunda hakikate eren, sonra da sînesinde tutuşturduğu ilham kıvılcımlarını, çıraklarının gönüllerine boşaltan olgun insandır. Evet, kâinatın dört bir bucağından gelen İlâhî tayflarla, dimağını aydınlatamamış ham ruhların, kitleleri insanlığa yükseltme yolunda yapacakları hiçbir şey olamayacağı gibi, düşünce dünyası itibariyle etrafını saran şüphelere “pes” demiş derbeder gönüllerin de talebelerine verecekleri herhangi bir şey yoktur. Olsa olsa böyleleri; kuvvetin temsil edildiği müesselerde, geçmişe ait destan ve türkülerle teselli olur; dînî hayat adına folklör ve merasimlere sığınır ve insanoğlunun Yüce Yaratıcı’yla olan münasebetlerinde, başkalarına ait menkıbelerle gürler, onlarla kendilerinden geçerler; ama kat’iyyen, ilhamları coşturucu, ruhları kanatlandırıcı ve yüreklere fer verici olamazlar.
Başkalarının destan ve menkıbeleriyle coşup teselli olmak, ferdî ve içtimâî sorumluluğunu yerine getirmemiş, âciz ve aşağılık duygusuna kapılmış kimselere has marazî bir keyfiyettir. Bu hastalığa mübtelâ olmuş bir cemiyette, fâtih-ruh yerini, geçmişi destanlaştıranlara, sırf eskiye ait türküleri mırıldananlara ve bütünüyle marşlara gömülüp gidenlere bırakır. Böyle bir toplumda dînî düşünce ve dînî mükellefiyetler, aşk ve heyecan mahrumu sefil bir gürûhun inhisarında, folklor haline getirilerek yığınları eğlendirici ve dinlendirici bir festivâl halini alır. Ve yine böyle bir cemiyette, kalb ve ruhun derece-i hayatına1 giden bütün yollarda söz ve devran; görüşleri sığ, düşünceleri fakir, himmetleri meflûç, iç dünyaları karanlık ve başkalarının yaşadığı hârikaları hikâye etmekle teselli olan bir kısım haddini bilmezlere kalır.
Evet, mâzi en üstün hislerle yâd’a getirilerek, atalarımıza ait kahramanlık türküleri gönülden heyecanlarla tekrar edilmeli; ruhuyla bütünleşerek başı yüce âlemlere ermiş kudsîler, sînelerimize taht kurup oturmalı; ama herşey bundan ibaret sayılmamalı ve hele kat’iyyen mezarlar ve mezar taşlarıyla teselli olunmamalıdır.
Yiğitlik, önce serhadlarda destanlaşır, sonra türkülerin ruhuna siner. Hak-eri olma, aşk ve heyecanla kanatlanıp, sonsuzla münasebete geçenlerin elde edebileceği bir pâyedir; gerçeğe inanmışlık, dînî mükellefiyetleri en tabiî bir ihtiyaç şuuruyla ve hayatın gayesi, yaratılışın neticesi olarak kabul etmekle tahakkuk eder.
Evet, hayâllerimizde ihtişama ulaşan geçmişle alâkalı her tablo, yeniden bizleri, bir ulu-millet olma yolunda harekete geçiriyor, sâye şevkimizi kamçılıyorsa, mukaddestir. Yoksa, günümüzle hesaplaşırken, mâziyi imdada çağırma gibi bir garâbet arz edecektir ki bu da ancak bir aldanma olur.
Bizler, mazinin gür ve pürüzsüz soluklarını, günümüzün en renkli ve canlı besteleriyle seslendirip, insanlığa yepyeni bir nağme duyurma mecburiyetindeyiz. Bu nağme bütün hususiyetleriyle ideâlizme susamış, boşluktaki nesilleri geçmişin atlas renkli kubbesi altında ve yaşadığımız zamanın aydın ikliminde bir araya getirecek, bir millî ruh nağmesi olmalıdır.
1) Derece-i hayat: Melekleşip ulvî hisleriyle yaşama...

Maarifin Va’dettikleri/Dahhak


Maarifin Va’dettikleri
Ülke saadetinin sağlam ve ümit verici olması, bugünkü nesillerin ciddiyetle ele alınmasına ve geleceğe göre kalb-kafa bütünlüğü içinde yetiştirilmesine bağlıdır. Günümüzün talihsiz gençleri, aile ihmâlkârlığının bağrında hayata gözlerini açtı ve kendini insafsız bir çevrenin, merhametsiz hâdiselerin, öldürücü fikir akımlarının ve felç edici neşriyatın kucağında buldu. Yarınları omuzlarında bayraklaştıracak olan bugünün dinamik güçleri, hâlihazırdaki durumun boğucu tesirinden kurtarılarak onlara kendi irâdeleri ile var olma ve yaşama yolunu göstermek, zamanımızın idareci ve zimamdârlarına1 düşen rabbânî bir vazifedir.
Yarınları kendilerine emanet edeceğimiz bu gençler, eğer irâdeleriyle var olma yolunda ciddî bir terbiye almaz veya alamazlarsa, diğer canlılar gibi, hatta daha aşağı bir seviyede, şehvet, hiddet, hırs misüllü alçaltıcı hislerin ve yetiştiği çevreden aldığı fena huyların baskısı altında kalır giderler ve bir daha da bu mahkûmiyetten kurtulamazlar. Şehvet, öfke, hırs ve verâset kanunlarının insan üzerindeki tesiri o kadar ciddî ve ağırlıklıdır ki; pedagojinin en yeni esaslarına göre, çok iyi terbiye görmüş gençlerde bile az çok kendisini hissettirmekte ve onları yanlış yollara zorlamaktadır.
İşte terbiye, pek çok maksat ve gâyeler için insan mahiyetine yerleştirilmiş bulunan bu türlü hislerin, azgınlaştırıcı tesirini kırıp onları iyiye, güzele doğru yönlendirerek zararlı gibi görünen bu duygulardan insanî kemâlâta giden yolları keşfetmek ve fertte fazilet duygusunu, irâde metanetini, düşünce kabiliyetini, hürriyet aşkını geliştirmek içindir. Hakk’a esaret ma’nâsındaki hürriyet aşkını!..
Şâyet, heves ve ihtirasların amansız pençesi altında hırpalanan nesillere, kendi ruhumuzu, iç dünyamızı aksettirici böyle bir terbiye verilmez, ahlâk ve fazilete giden yollarda onlara ışık tutulmazsa, milletimiz bugün de yarın da kargaşadan kurtulamayacaktır. Apaçık ortadadır ki kendi nesillerine soylu bir kültür ve irâdî terbiye veren milletler, geleceklerini teminat altına almış ve bütün mukaddeslerini emanet edecekleri en sağlam bekçileri keşfetmişler demektir. Çocuklarını ahlâk ve düşünce noktasında ihmâl eden cemiyetlere gelince; bunlar, yüksek değer ve mefhumlarıyla beraber, bütün bir milleti anarşi seylablarıyla baş başa bırakmış sayılırlar.
Her milletin, hayatiyet ve bekâsıyla bu kadar ciddî münasebeti olan tâlim ve terbiye mevzuu, hemen her ülkenin en başta gelen mes’elelerindendir. Bilhassa milletlerin buhranlı anları sayılan geçiş dönemlerinde, bu husus daha da ehemmiyet arzeder. Bu türlü dönemlerde ülke şartlarını kavrayamama, icraâtında, hissi mantığın üstünde tutma, plânlarını içinde yaşadığı krizli dönemin baskısı altında hazırlama ve kitlelerin hayhuyuyla şaşkınlığa düşüp yol ve yön değiştirme, millî bünyeyi, bir daha belini doğrultamayacak şekilde ırgalayacak ve yerle bir edecektir. Değil bunlar gibi ciddî mes’eleler; bu mevzuda en küçük bir hata, en ehemmiyetsiz gibi görünen bir dikkatsizlik, az bir ihmâl dahi, milleti altüst etmeye yetip artacaktır... Aslında bugüne kadar cemiyet fertlerinin hazan vurmuş yapraklar gibi savrulup gitmesi de hep iyi bir terbiye alamamış olmasından ve kültürsüzlükten kaynaklanmıştır. Yine de bu hassas nokta, daha az ehemmiyeti olan mes’elelerin yanında unutulup gidecekse “ya sabûr!” deyip bir hayli zaman daha Heraklit’imizi beklememiz icab edecektir.
Kanaatimce, bugün en ciddî, en derin, en büyük mes’e-lelerden daha büyük, daha hassas bir mes’ele varsa, o da geleceğin nesillerini kendi ruh kökümüze bağlı olarak yetiştirmek ve onları her türlü yabancılaşmadan kurtarmak mes’elesidir! Buna göre, bugün talim ve terbiye adına gösterilecek her gayret, yarının emniyet ve saâdetini; her ihmâl ve lâkaytlık da geleceğin sefâlet ve perişaniyetini netice verecektir.
Şu anda olsun, günümüzün mesûlleri, kitlelerin yıllar yılı perişaniyet ve derbederliğine sebebiyet veren hususları yeniden gözden geçirerek, ona göre bir bakış ve geleceğe aydınlık getirecek objektif bir anlayışla çocuklarımızın yetiştirilmesini ele almazlarsa, bu ülke ve bu millete çok yazık olacaktır.
Şimdi olsun, dünü bugünle, bugünü de yarınla iç içe ve müşterek mütalâa edebilecek, çağını idrak etmiş nesiller yetiştiremezsek -maâzallah- zamanın insafsız dişleri arasında çiğnenip gitmemiz mukadderdir. Evet, bulunduğu muhitin şartlarına göre duygu ve aletlerle teçhiz edilemediğinden ötürü inkiraza uğrayıp giden canlılar gibi, yaşadığı devri idrak edememiş milletler de yerlerini, var olmaya daha müsait başkalarına bırakır, mahvolur giderler. Tarihte yok olup gitmiş milletlerle nesli tükenmiş bir kısım canlı fosiller, Yaratıcı Kudret’in aynı kanunlarını göstermesi bakımından ne müthiş bir tablodur!
Mısır medeniyeti, Roma imparatorluğu, Endülüs kültürü, Osmanlı cihangirliği ve daha niceleri.. hep aynı gaddar dişler arasında çiğnenip gitmişlerdir. “İşte onlar, işte perişan yurtları!!” sönük bir renk, ölgün bir iz ve etnoğrafik bir kısım enkâz... Genç nesilleri belli bir gaye ve belli bir ideâl istikametinde ele almayan milletler için aynı korkunç girdap bütün ürperticiliğiyle ağzını açmış beklemektedir. Buna karşılık, çocuklarımızın ruhunda mayalayacağımız irâde gücü, terkipçi düşünce ve Hakk sevgisi, onları her türlü uyuşukluktan, yılgınlıktan, beklenmedik şeyler karşısında paniğe kapılmaktan kurtaracak ve çalışmaya şevklerini kamçılayarak, onlarda hamiyyet ve gayret düşüncesi uyaracaktır.
Günümüzün idareci ve zimamdârları, ilmî ve içtimâî hayatımızı yaşadığımız devir itibariyle nazar-ı itibare alma ve dünden bugüne, bugünden de geleceğe geçiş yollarını tesbit edip, yarınki nesillerin nasıl yetiştirileceği hususunu en parlak çizgileriyle belirleme, tâmim ve tâkib etme mecburiyetindedirler. Böyle bir düşünce ile şahlanmış ateşîn dimağların, aşk ve heyecanla coşan gönüllerin, bu mes’elenin üzerine yürüyecekleri güne kadar vatan ve milletin geleceğinden emin olmak ve ülkenin yükseleceğini beklemek oldukça zordur.
1) Zimamdar: İşi elinde tutan.

Nesillerin Maarifden Bekledikleri/Dahhak


Nesillerin Maarifden Bekledikleri
Tâlim ve terbiyeden ne anlamalıyız? Nesiller, nasıl ve ne suretle terbiye edilmelidir? Onlara, neleri, nasıl ve niçin okutmalıyız? Ve bu kudsî vazîfeyi kimler görecektir?
Terbiye ile alâkalı mevzûları ele alırken, kendi kendimize soracağımız bu suâllere, inandırıcı cevaplar bulma mecburiyetindeyiz.
Hedef ve gâyesi belirlenememiş bir talim ve terbiye sistemi, nesilleri şaşkına çevireceği gibi, nelerin nasıl öğretileceği ve terbiyede takip edilecek usûl ve metodun neler olacağı bilinmeden, gençlerin kafa ve ruhlarına yerleştirilen şeyler de onları sadece birer bilgi hamalı yapacaktır.
Milletlerin içtimaî yapılarıyla, terbiye usûl ve esasları arasında açık bir alâka, yakın bir bağ mevcuttur. Millet fertlerine nasıl bir terbiye verilirse, toplum da yavaş yavaş giderek o şekli almaya başlar. Zira, bugün yetiştirilen nesiller, yarının yetiştiricileri olarak vazife başına geçecek ve üstadlarından aldıkları aynı şeyleri, çıraklarının gönüllerine boşaltacaklardır. Milletlerin, cismanî varlıklarını devam ettirmelerinde, evlenme ve üreme ne ise onların ahlâkî ve içtimaî hayatları için terbiye de aynı şeydir. Evlenme mevzuunu sağlam esaslara bağlayamamış milletler, kendilerini inkirazdan kurtaramayacakları gibi, cemiyetin rûhî ve ahlâkî durumuna gereğince ehemmiyet veremeyen milletler de kat’iyyen uzun süre varlıklarını sürdüremeyeceklerdir.
Bir milleti meydana getiren fertlerden her biri, az çok diğerine tesir eder veya ondan birşeyler alarak onun tesirinde kalır. Bunun gibi an’ane ve gelenekler, uzak-yakın çevrenin tesiri de yetişmede önemli birer yer işgâl ederler. Bir âile reisi kendi âile fertleri arasında, milleti idare edenler de cemiyetin çeşitli kesimleri ve fertleri arasında kuvvetli tesir ve nüfûza sahiptirler. Buna göre, bir milletin kabiliyeti ölçüsünde yükselmenin en son noktasına ulaşması ve fonksiyonunu tamı tamına edâ etmesi, o milleti meydana getiren fertlerin düşünce, tasavvur, kültürüyle ve zimamdârlarının da plân, basîret ve hasbîlikleriyle yakından alâkalıdır. İdare edenlerin eğilip fertleri görüp gözetmeleri, fertlerin de birer içtimaî varlık hâline gelme yolundaki gayretleri, bir taraftan “herkes çoban ve herkes güttüğünden mes’ûldür” prensibinin, diğer taraftan da “yaşama yerine yaşatma zevkine” göre akort olmanın ifâdesidir.
Nesillerin yetiştirilmesiyle meşgûl olanlar, bu vazifeyi hangi nam altında yerine getirirse getirsinler, üzerlerine aldıkları mes’ûliyetin büyüklük ve ehemmiyetini bir an bile hatırdan çıkarmamalıdırlar. Bizler, çocuklarımızın geleceğini teminat altına alma uğrunda, her yolu dener, her ihtimâli değerlendirir, onların hiçbir şeye muhtaç olmamaları için her sıkıntıyı göğüsler, her zorluğa katlanır, onlara “cennet-âsâ” 1 bir dünya hazırlamaya çalışırız. Acaba onları, gerçek sermaye olan ahlâk ve fazilete yükseltemediğimiz; idrak ve kültürle istikrara ulaştıramadığımız zaman, bütün himmet ve gayretlerimiz boşa gitmeyecek midir?..
Evet, bir milletin en büyük sermayesi, ta’lim ve terbiyenin bağrında gelişen kültür, irâde sağlamlığı, ahlâk ve fazilet sermayesidir. Bu sermayeyi elde eden milletler, cihanları fethedebilecek bir silahı yakalamış ve dünya hazinelerini açabilecek sırlı bir anahtara mâlik olmuş sayılırlar. Aksine, bu terbiye ve bu anlayışa yükselememiş yığınlar, ilerde verecekleri hayat mücadelesinin daha ilk raundunda nakavt olup eleneceklerdir.
Eğer nesillerin dimağları yaşadıkları devrin fenleriyle, gönülleri de ötelerden gelen esintilerle donatılarak, rûhlarında birer fener hâline getireceğimiz tarih menşuruyla, onları geleceğe baktırabilirsek, inanın; bu uğurda sarfettiğimiz şeylerin en küçük parçası dahi heder olmayacaktır! Heder olmak şöyle dursun, kat kat fazlasını dahi alacağımız söylenebilir. Hatta diyebilirim ki; nesillerin yetiştirilmesi uğrunda harcanan her kuruş, o sağlam gönüllerde, o terbiye görmüş rûhlarda âdeta bir gelir kaynağı hâline gelecek ve milletçe, bitip tükenme bilmeyen bir hazine elde etmiş olacağız.
İyi bir terbiye görmüş ve yetiştirilmiş nesiller, hayat mücadelesinde, karşılarına çıkan her engeli göğüsleyebilecek, maddî-manevî her çeşit zorluğu yenebilecek ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyeceklerdir. Böyle bir idrakten mahrum tâlihsizler ise babalarından intikâl eden maddî serveti, har vurup harman savurdukları gibi, mânen de hep boşlukta, sallantıda ve karamsar bir hayat geçirecek, sonra da sefâletin kuduz dişleri arasında kahrolup gideceklerdir.
Bugün yolların ayrımında; kendi evlâtlarını ya insanlığa yükseltme veya insan azmanı olmaya terk etme mevkiinde bulunan zimamdarlar, nasıl Kaf dağından ağır bir sorumluluk yüklendiklerini düşünerek, yıllar yılı ihmâllerin meydana getirdiği ciddî çürümelere karşı; daha sağlam, daha tutarlı tedâvi yolları bulma mecburiyetindedirler. Yoksa bugüne kadar, çeşitli erozyonlarla, ellibin defa varlığının en kıymetli cevherlerini meçhûl denizlere kaptırmış bahtsız nesiller, bütün bütün “kuvve-i inbâtiye” lerini2 kaybederek, tamamen verimsizleşecek ve bir daha da kendi özleriyle varlığa eremeyecek, geçmişteki ihtişamlarına ulaşamayacaklardır.
1) Cennet-âsâ: Cennet gibi.

2) Kuvve-i inbâtiye: Nebâtı bitirme, tohumu yere dikip yeşillendirme hissi.

12 Mart 2008 Çarşamba

Zaman Muamması



Zaman Muamması
Bizim, ileri ülkelerden, ne fizikî güç ne de ma’nevî değerlere sahib olma bakımından herhangi bir eksiğimizin olduğu kat’iyyen söylenemez. Ne var ki zamana sözünü geçirme, onunla içli-dışlı olma ve onun her parçasını bir pırlanta gibi değerlendirmeden yana, onlardan geri, hem çok geri olduğumuz da bir gerçektir.
Zaman, üzerinden geçilip gidilen bir boşluk değil; o, yakalanıp kullanılacak bir cevher, her günkü piyasa ve pazarın en kıymetli metâı ve dünya ticarethânesinde insanoğluna bahşedilmiş bir ana-para ve sermayedir. Dün ve bugün, zamanın sırrını kavrayanlar, eşyâ ve hâdiselere nüfuz ede ede onda var olmanın özünü keşfettiler. Zamanı bir boşluk telakkî edenler ise onun öğütücü dişleri arasında eriyip gittiler.
Eğer mazideki şerefli yerimizin yeniden kazanılması, ihtişam dönemimizin bir kere daha yaşanması ve milletlerarası işlerde, muvazene unsuru olmamız arzu ediliyorsa; evvelâ; zamana hâkim olmanın yolları araştırılmalı, bu ilâhî sermayenin zerresi dahi heder edilmemeli ve onu, en iyi şekilde değerlendirme usûl ve metodu nesillere ezberlettirilmelidir.
Geçmişimizin sımsıkı elde tutulması, geleceğe ait plân ve projelerin bu düşünce üzerinde gerçekleştirilmesi; bunları yaparken de herşeye, içinde yaşadığımız zamanı idrak adesesiyle bakılması bu yolun biricik esasıdır. Yoksa dün mutlu ve şanlı imişiz; bugüne faydası ne? Halihazır ve umûmî durum, rahat ve saadet bahşediciymiş; yarınlara bundan ne kalacak? Gelecek, hayâller üzerinde sırça saraylarsa bugünün bedbahtlarına kazandıracağı nedir? Evet, geçmiş, başlarda bir tâk gibi görülüp onunla övünülmelidir ama gelecek için de ölesiye gayretlerle, o seviyede hazırlanılmalıdır ki; o şanlı mazîler, kitapların güve düşmüş sayfalarında birer süslü üsture olarak kalmasın..!
Her zerresi bir hikmet dünyası, her lâhzası bir ders alma devresi olan varlık -ona dikkatle bakan uyanık ruhlar için- teşhir edilen her sayfasıyla gönüllere ilham kaynağı bir kitap, ondan duyulacak her ses de marifet aşılayan bir hitabdır.
Pırıl pırıl güneşi, masmavi semâyı, sonsuzluk düşüncesiyle kaynayıp duran uçsuz-bucaksız denizleri seyretmek; yer yer zirveler ve ovalar arasında, yerin halifesi şuuruyla çevreyi temâşâ edip durmak; teleskoplarla mekânın derinliklerini gözetleyerek uzak yıldızlarla yüz yüze gelmek; mini mini böcekler âlemine inerek onlarla içli-dışlı olmak; baharların, yazların, sonbaharların, kışların peşi peşine akıp gitmesi içinde tabiat hâdiselerini sezmeye ve tanımaya çalışmak; göz ve kulakların muhteşem dünyası üzerinde tekrar tekrar durup düşünmek; ormanların derinliklerindeki vahşî gürültüleri, rüzgârların tatlı esişini, ağaç hışırtıları ve yaprak sesleriyle beraber duymağa çalışmak; otların, ağaçların dallarında taht kurmuş gündüzün yanık bağırlı gazelhânlarını, gecenin beliğ hatiblerini dinlemek; mabedler ve başka san’at eserlerinin sîmalarında, dâhîyâne çehreleri görmeğe çalışmak; sıcağı-soğuğu, acıyı-tatlıyı, güzeli-çirkini peşi peşine seyredip zıtlardaki bütünleştirici ruhu görmek; hayatın her saniye, her salise, her âşiresine.. başka başka tefekkür tabloları takarak geleceğin dünyalarını, ruh ikliminde ve dış âlemde, ortaya koyacağımız yeni terkip, yeni tahlil, yeni buluş ve yeni keşiflerle selâmlamak... Evet, bütün bunlarla var olmak, varlığın akışına hız kazandırmak, sonra da bir hiç gibi sıyrılıp devreden çıkmak... İşte zamanla bütünleşmenin aydınlık yolu..!
Zamanın kısalığından dem vuranlar, çalışıp düşünmeye vakit bulamamadan şikayet edenler ve hep zamana sövüp ondan dert yananlar varsın gaflet ve dalâletlerinde bocalaya dursunlar; zamanın her parçasına ruhunun ilhamlarını işleyen büyük ruhlar, onu olduğundan daha fazla ve daha geniş bulmuş ve bu ilâhî armağanı değerlendirerek eşyâ ve hâdiselerin her yanını didik didik etmişlerdir. Gazâliler bu dikkat ve teyakkuzla varlığın verâsındaki gerçeği sezerek, onda ikinci bir varlığa ermiş; Mevlânalar, zamanın coşturucu soluklarıyla kendilerinden geçmiş ve bir velvele olarak cihanın her yanını sarmış; Newton’lar, bir elmanın yere düşmesi gibi en küçük hâdiseleri dahi değerlendirerek, kâinat kitabının sînesindeki “çekim kanunu”nu keşfetmiş ve zamanın herşeye yetebileceğini ispatlayıp ortaya koymuşlardı. Zamanla bütünleşmiş bu üstün kametler, geçmişin mirasını, en iyi şekilde değerlendirmiş, yaşadıkları devri tekrar tekrar hallaç etmiş, görünüp bilinecek noktaya çıktıkları andan itibaren de dünyanın dört bir yanında saygıyla selâmlanmış ve en sert kayalar üzerinde yeşeren tohumlar gibi, en ibtidâî toplumların vicdanlarında dahi kök salmışlardır.
Geleceğin bahtiyar nesilleri, zamanı değerlendirmesini bilecek; düşünürken çalışmayı, çalışırken okumayı, okurken de ideâlleri uğrunda hizmet vermeyi ihmâl etmeyecek, daima canlı, daima renkli olmasını bilecektir.

Kahraman


Kahraman

Dahhak
Kahraman tarihin en esaslı malzemesidir. Milletlerin tarihi, kahramanla yükselir. Kahramanı olmayan bir milletin tarihi sığ ve durgun bir göl gibidir; büyük ve geniş de olsa, iç açıcı ve inşirah verici değildir.
Yunanlı, tarihini bir kısım esâtîrî kahramanların omuzlarında bayraklaşdırdı. Kadim Roma, Sezar ve onun gibilerle tarihe mâl oldu. Kartaca Anibal’in vesâyâsı altında sesini insanlığa duyurabildi. İran Firdevsî’nin mâhir, oynak ve velûd kalemiyle en rengîn ve zengîn kahramanlık destânlarına ulaşdı. Ve daha niceleri niceleriyle...
Millet vardır, onun tarihi, tek sütun üzerine oturtulmuş bir kemer gibi, tek bir kahramanın etrafında örgülenir. Millet de vardır, onun tarihi, yüzlerce kubbesi olan bir ma’bed gibi, binlerce sütuna dayanıp yükselir. Makedonya, tarih-i kadimiyle İskender’in omuzlarında yücelmiştir. Fransa, Napolyon’un; Almanya, Bismark’ın veya farklı bir anlayışa göre Goethe’nin.
Bizim tarihimizde ise, ne kahramanları saymak, ne de isimlendirmek mümkün değildir. Belki ona bütünüyle “Kahramanlar tarihi” demek daha uygundur. Çünkü bu millet, yıllarca, hasım bir dünya karşısında, yerinde taarruz ve yerinde müdafaasıyla, o kadar çok kahraman çıkarmışdır ki; Ömer desen, arkadan Halid’in kükreyişi duyulur. Fâtih desen Yavuz’un sesi yükselir. Fetih desen, Mohaç desen bütün bir Anadolu inler; Çanakkale’lerin uğultusu işitilir... Tarihinde, kahramanlıkların, böylesine sıra sıra geçit yaptığı ikinci bir millet göstermek oldukça zordur.
Batılı, bu milletin ciddî bir tarihi olmadığını söyler. Doğrudur. Hani Malazgirt’in kanatlanan yiğitlerinin hikâyesi? Hani üveyk olup batıya pervâz edenlerin serencâmesi; hani her defasında haçlıları göğüsleyenlerin mezarı ve kitâbesi? Ve, hani “yurdunu alçaklara çiğnetmeyen”lerin kümbeti ve türbesi..?
Başkaları, kendi tarihlerinin en değersiz hâdiselerini, en ehemmiyetsiz vak’alarını ihtimamla kaydetmelerine karşılık, nerede benim geçmişimin, herbiri başlı başına bir tarih sayılan kahramanlık destanları? Molla Hüsrev gibiler, neden “i’tilâ dönemi”nin (1) tarihini yazmadılar? Neden Yavuz Selim gibilerin askerî güç ve dehâları, idârî kabiliyet ve âlemşümûl tedbirleri kendi devirlerinde kaydedilmedi? İbn-i Kemâl gibi muktedir bir dimağa ne olmuşdu ki, “doruk dönemi”nin vak’alarını “hezar-fen” (2) kalemiyle tesbit etmedi? Lûtfedip de, son meçhûl kahramanımızın kitabesini yazan “Viranelerin Yascısı” dertli şairin: “Gömelim gel seni tarihe! desem sığmazsın.” mısraını duyacağımız âna kadar, bu sorular kafalarımızı kurcalayıp durdu. Şimdi ise, tarihi yazılamayacak kahramanların da bulunabileceğini düşünüp teselli olmak istiyoruz.
Evet, millet vardır, “tarih” deyip destan yazar. Ve kitâbelerle geçmişine ihtişam kazandırır. Bunlara, tarih yazan milletler diyebiliriz. Millet de vardır, tarih yapar, destan ve türküsünü başkalarına bırakır. Öyle zannediyorum ki, tarihî literatürlerimizin “fakr-u hâlinin” altında da, bu husus yatmaktadır. Biz kahramanlık gösterip tarih yapdık. Onun akustiğini, kapıkulu ve halâyiklerimize bırakdık.
Gladyatör, kendi kahramanlık mücadelesini göremez ve sezemez. Onu arenanın çevresindeki seyirciler daha iyi görür ve daha iyi tesbit ederler. Eğer mutlaka bizim için de bir kahramanlık destanı gerekli ise, ben şahsen onu, insaflı bir yabancının kaleminden dinlemeği tercih ederim. Lamartin’in, takdir dolu gözlerinden, tarihimin bağrına damlayan yaşlar; Piyer Loti’ye, mezarlarımdaki selvilerin gölgesinde gömülme arzusunu uyaran güzellik ve câzibe, Peçevî’nin ustûrelerinden daha canlı ve daha tesirlidir zannederim. Görkem odur ki, onu başkaları beğenir. Fazilet ve kahramanlık odur ki, onu düşmanlar dahi takdir eder.
Bir de içe doğru ve benlikde derinleşen mâverâî (3) bir kahramanlık vardır ki, ne doğu ne de batı, böyle bir kahramanlığı hiçbir zaman tanıyamadı. Bu itibarladır ki, tarihin sayfalarına aksetmemiş bu kahramanlığı, ancak benim ülkemde görmek mümkündür.
Evet, kahramanlığın bu çeşidini görmek için, mutlaka bu diyara seyahat lâzımdır. Zira, nefsine gurur geldi diye, sırtına bir çuval un yükleyip, halkın içinde yürüyen devlet reisi; bir hamlede batının en güçlü ordularını târumâr edip, sonra kralın sarayındaki hazineler karşısında: “Dün bir berberiydin, bugün muzaffer kumandan, yarın toprak altında hesaba hazır bir insan” diyen, başı dönmemiş, bakışı bulanmamış kumandan; şarkı, garbı halâyık olarak kullandığı bir dönemde, bir hakikat erinin atının ayağından sıçrayan çamurla lekelenen cübbesinin, tabutuna sarılması tavsiyesinde bulunan büyük asker ve idare adamı, ancak bu ülkenin insanları arasından zuhur etmişdir.
Evet, orduların başında cihanı ezip geçen; tahtına oturduğunda dünyaları idare eden; gece halvetde (4) zâhit kesilen gerçek kahramanı tanımak için, behemehal bizim ülkemize uğramak lâzımdır. Çünkü tahtlarla, tâclarla başı dönmeyenler; mebde ve müntehâsı aynı gidenler; önü-sonu birbirine benzeyenler; hayat ve hâdiseler karşısında değişikliğe uğramayanlar; aşkı, heyecanı ve iniltileriyle meleği, feleği velveleye veren talihliler, sadece bizim dünyamızda bulunur.
İffet bizim ülkede yetişen nilüferdir. Hasbîlik bizim ilin gülüdür. Diğergâmlık (5) bizim bahçelerin lotus’udur. Bizde bulunur, vâsıl olup tadmamak. Bizdedir, yaşatma arzusuyla yanıp tutuşmak ve yaşamayı unutmak. Bizim insanımız bilir, hizmetde önde, ücrette arka sıralarda bulunmayı. Dünya, bizde gördü, bizde tanıdı sevilmeden sevmeyi...
Fütüvvet (6) bizde şehbâl açdı. Şehâmet, gayret bizde tuğlaşdı. Gülbanklar, bizde dünya ve ukbâyı bir araya getiren besteler hâline geldi. Ve asırlarca insanımız, bu mutlak âhengin “demine, devrânına (hû) çekdi..”
Onun için, bu ülkede münferit kahramanlık aramak, beyhudedir; aransa da bulunamaz. Bu ülkede kahramanlık sıra dağlar gibi bitevî ve her yeri zirvedir. Bunu dost da, düşman da böyle söyler, böyle bilir.
Sen de “Görürsün, hissedersin, varsa vicdanınla imanın;Ne müthiş bir hamâset çarpıyor göğsünde” vatanın.Ebna-i vatanın (7) ve O’na rûh veren Furkânın (8).
1) İ’tilâ dönemi: Yükseliş dönemi.

2) Hezar-fen: Çok bilen, bir çok sanatı birden çok derecede yapabilen.

3) Mâverâî: Öteye mensub. Diğer âlemle alâkalı.

4) Halvet: Tek başına kalmak. Tenhaya çekilmek.

5) Diğergamlık: Başkalarını düşünme.

6) Fütüvvet: Yiğitlik, cömertlik. Dostlara af ve safh ile muâmele.

7) Ebna-i vatan: Vatan çocukları.

8) Furkân: Kur’ân-ı Kerim. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötülüğü fark edip ayıran.

Bizim Maarifimiz 1


Bizim Maarifimiz 1
A.Şahin
Her ders yılına girerken, mektebi ve muallimi düşünmeden edemeyiz. Nasıl düşünmeyiz ki, mekteb, hayatî bir laboratuar; derslerimiz hayat iksiri; muallim ise bu esrarlı şifahânenin kahraman üstadıdır.
Mekteb bir öğrenme yeridir. Orada hayat ve ötesine aid herşey öğrenilir. Aslında hayatın kendisi de bir mektebdir. Ne var ki biz, hayatı da ancak mekteb sayesinde öğreniriz.
Mekteb, hayatî hâdiselerin üzerine irfan hüzmeleri göndererek onları aydınlatır, talebelerine çevrelerini kavrama imkânını hazırlar. Aynı zamanda gayet hızlı olarak eşya ve hâdiseleri keşfetme yolunu açar ve insanı düşünce bütünlüğüne; tefekkürde istikamete ve çokda, Tek’e götürür. Bu ma’nâda mekteb aynı ma’beddir ve o ma’bedin azizleri de muallimlerdir.
İyi bir mekteb, ferdde fazilet duygularını inkişaf ettiren, müdâvimlerine ruh yüceliği kazandıran melekler otağıdır. Talebelerine hoyratlık aşılayıp onları canavarlaştıran bina görünümlü bir kısım harâbeler ise, birer çiyan yuvasıdır ve insanımız, asırlardan beri ters işleyen bu kabil irfan ocakları karşısında hep hacâletten iki büklümdür.
Gerçek muallim, saf ve temiz tohumun ekicisi ve koruyucusudur. İyisiyle, sağlamıyla meşgul olmak onun vazifesi olduğu gibi, hayat ve hâdiseler karşısında ona yön vermek ve hedef göstermek de ona aiddir.
Bin koldan akıp giden hayatın, kendine has hüviyeti kazandığı yer mekteb olduğu gibi, çocuğun gerçek şeklini aldığı ve benliğinin sırlarına erdiği yer de mektebdir. Dağınık bir ırmağın dar bir geçitde katlanıp kendine has ihtişamiyle görünmesi veya ağaçdaki saf hayatî sıvının billûrlaşıp güneş hüzmeleriyle münasebete geçmesi gibi, hayatın çokluk içinde akışı, mekteb sayesinde vahdete ulaşır; tıpkı bir meyvenin, ağacın cihetü’l-vahdetini (1) izhar etmesi gibi...
Mektebin, hayatın sadece bir parçasında insanı alâkadar etdiği zannedilir; aslında o, kâinat mektebindeki bütün dağınık şeyleri bir arada görme ve gösterme vazifesiyle, çıraklarına daimî okuma imkânını hazırlayan, susarken dahi konuşan bir yuvadır. Bu itibarladır ki o, hayatın sadece bir bölümünü işgal ediyor görünse bile, bütün zamanlara hükmeden ve hâdiselere sözünü dinleten hâkimiyetin remzi bir yuvadır. Bir çırak hüviyetiyle mektebe intisab eden her talebe, bütün bir ömür boyu oradan aldığı dersi tekrar eder durur. Oradan alınıp benliğe mâl edilen şeyler, birer tasavvur, birer hayal olabileceği gibi, birer hakikat, birer hüner de olabilir. Asıl mes’ele ise, elde edilen şeylerin fazilete giden yollarda, bir rehber ve kapalı kapıları açan sırlı bir anahtar olmasıdır.
Mektebde, ilim benliğe mâl edilir ve insan bu sayede yaşadığı katı ve madde dünyasının buudlarını aşar ve bir bakıma sonsuzluk sınırına ulaşır. Benliğe mâl edilememiş ilim ise, insanın sırtına vurulmuş bir yük, hem de mahcûb edici bir yükdür. Böyle bir bilgi, sahibinin omuzunda bir vebâl ve şuuru teşviş eden bir şeytandır. Evet, fikre bir aydınlık, ruha kanatlanma vâdetmeyen her türlü kaba belleme ve ezbercilik, benliği aşındıran bir törpü ve kalbe indirilmit bir darbedir.
Mektebin vereceği en iyi ilim, dışdaki hâdiselerle içteki irfanın uç uca getirilmesinden ibarettir. Bu mektepte muallim ise, dışımızda yaşanan içimizde canlılık kazandıran mürşiddir. Şurası muhakkak ki, hiçbir zaman değişmeyen ve durmadan derslerini tekrar eden en büyük mürşid ve en doğru üstad hayattır. Ne var ki, doğrudan doğruya ondan ders almasını bilmeyenler için aracılara ihtiyaç vardır ve bu güzide aracılar da, hayatla benlik arasında kürsü kuran ve hâdiselerin muğlak ifâdelerine tercüman olan muallimlerdir.
Gazeteler, kitaplar hatta radyo ve televizyon belki insanlara birşeyler öğretebilirler. Ama, kat’iyyen gerçek hayatı ve onun insan içinde akıp gitmesini öğretemezler. Hergün ayrı bir sancı ve ızdırapla talebenin gönlüne inen, ders ve davranışlarıyla onun dimağına silinmez renkli çizgiler bırakan muallim, yeri doldurulmaz bir öğreticidir. Onun içindir ki günümüzde herşeyi kolaylaştırma usulü sayılan batı metoduyla talebeye birşeyler verilebilse bile, hiçbir zaman iyi örnekler verilemeyecek ve ilimlerin gayesi öğretilemeyecektir. Bu güzel şeyler, ancak, sîması hakikat gamz eden, bakışları alabildiğine derin ve çıraklarına vereceği herşeyi gönül menşurundan geçiren muallim tarafından verilebilecektir.
Havarî, Hazreti Mesih’in çarmıha gerilme tehdidine rağmen ders verdiğini görmeseydi, arslanların ağzına atılırken gülmesi lâzım geldiğini nereden öğrenecekti? İlk ve son yolun en büyük mürşidine bel bağlayanlar, onun kanlar içinde dahi gönüllere yumuşaklık dilemesini görmeselerdi, ateşte “berd ü selâm” (2) olduğunu nereden bileceklerdi...?
İyi bir ders, mektebde ve muallim önünde öğrenilen dersdir. Böyle bir ders insana sadece birşey vermekle kalmaz; onu sonsuz bilinmeyenlerin huzuruna yükseltir ve ona sınırsızlık bahşeder. Bu dersin talebesi nazarında her hâdise, görünmeyen âlemler üzerinde bir kaneviçe, o da hareket eden levhalar arkasında hakikatların müşâhidi olur.
Böyle bir mektebde ne öğrenmeden ne de öğretmeden doymak düşünülemez. Nasıl düşünülür ki, kanatlanan muallimin himmeti, çırağını kâh yıldızlara yükseltir, kâh vicdanda soluk aldırır ve bu iki şey arasında duyulan hayret, hasıl olan düşünce, onları yaşadıkları buudların dışına çıkarır.
İşte bize göre gerçek muallim; teker teker eşya ve hâdiselerdeki nirengileri yakalayan, bir ahize ve nâkile kontaklaşması gibi, hayat ve vicdan arasında münasebet kuran, herşeyden gerçeği duymağa ve her dille ona tercüman olmağa çalışan, Yunus diliyle;
“Tur dağında Mûsâ ile, Elindeki âsâ ile, Deryalarda mâhî ile, Sahralarda âhû ile...” onu söyleyen insandır.
Rousseau’nun üstadı vicdan; Kant’ınki vicdan ve aklın iltisakı... Mevlâna ve Yunus mektebinde ise üstad Hazreti Muhammed (sav)... Kur’ân, bu ilâhî dersden nâğmeler ve söyleyişler; ama bütün sözleri kesen, çokta biri gösteren, sırlı söyleyişler...
Mekteb bu ışığın odaklaşacağı mukaddes yuva. Muallim bu esrarengiz laboratuarın sehhâr üstadıdır. İki büklüm belimizi sihirli elleriyle doğrultacak, ufkumuzu kaplayan karanlıkları temiz soluklarıyla giderecek mukaddes üstadı...
1) Cihetü’l-vahdet: Birlik ciheti.2) Berd ü selâm: Serin ve emniyetli.

Bizim Maarifimiz 2
Öğrenme ve öğretme göklere dayalı iki yüce vazifedir. Bu vazife ile, insanın ruhundaki ehlîlik ve ehliyet ortaya çıkarılır ve o, topluma armağan edilecek hâle getirilir. Öğrenme ve öğretme inbiğinden geçmemiş fertde, insanî meziyetler ve yükseltici hususiyetler gelişmediği için, içtimâî bir hüviyet aramak da beyhudedir.
Ancak, neyin öğrenilip, neyin öğraenilmemesi lâzım geldiğini ve nelerin ne zaman verileceğini bilmek de, en azından öğrenme ve öğretme kadar mühimdir. Bilgi adına mevsimsiz verilmiş nice şeyler vardır ki, dimağı çepeçevre sarmış bir sis gibidir. Böyle bir bilgi, sahibine ışık tutamayacağı gibi başkalarına da faidesi olmayacaktır.
Bilmek zâtî bir değer ifâde etse de, çok defa tâlibinin omuzunda bir yük ve bir vebâldir. Hele herşeyi bilmek isteyenlerin ve sırf bilmiş olmak için ilim edinenlerin bilgisi, onları birer malûmat hamalı yapmadan başka bir şeye yaramayacaktır.
Öğrenilip ve öğretilecek herşey, insan şahsiyetini bütünleştirici ve iç âlem ile, eşya ve hâdiseler arasındaki ince münasebeti keşfe ma’tuf olmalıdır. Hatta bundan da öte, öğrenilen şeye aid her parça, pratiğe sağlam bir mesned ve yeni terkiblere götürücü esaslı birer rehber mahiyetinde bulunmalıdır.
Şahsiyetimizle eşyâ arasındaki esrarı çözmeye ma’tuf olmayan bir ilmin, haricî dünya adına ve onunla bütünleşme hesabına bize kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Aynı zamanda bu durum vicdanın böyle muammalar karşısında mahkûm olması demekdir. Vicdana kol kanad olup onu seyyâl kılacak husus, onun hâricî duyuşlarıyla, içdeki bulunuşudur. Binâenaleyh o, bu kol ve kanaddan mahrum edilince, aslâ kendinden bekleneni edâ edemeyecekdir. Onun için, sadece öğrenmek ve önüne gelen her şeyi öğrenmek, götürdüğü şeyler itibariyle hiç bilmemekden daha tehlikelidir.
Bu itibarladır ki, insanı bilgi budalası yapabilecek bilgileri öğrenmek yerine, kâinatla bütünleşmeye götürücü şeylere gönül verilmelidir. Bu husus, düşüncenin ilk merhalesi, öğrenme ruh ve ciddiliğinin de en sağlam belirtisidir. Bu te’minatı elde ederek ilim yoluna koyulma, insanı ezbercilik ve hâfıza müsabakasından kurtaracağı gibi, materyalizmin içine düştüğü kışırla iştigal ve hezeyanlardan da koruyacakdır.
Herşeye merak sardıran ve her gördüğünü ve duyduğunu öğrenmek isteyen, ciddî hiçbir şey öğrenemez. Gerçek ilim ve tefekkür “bu lâzımdır” denen şeyle, iştigal nisbetinde elde edilir. Fuzûlî ve sırf merak sâikasıyla öğrenilen şeyler ise, çok defa öğrenen için öldürücü zehir te’siri yapar. Ya, tertemiz genç dimağlara ve hele hele onun kalbî ve ruhî yapısına zıd olursa...
Gençlere öğretilecek şeylerle, onları birer hâfıza hamalı kılmakdan ziyâde, yaş ve kültür durumları nazarı itibara alınarak, gördüğü nesnelerin ötesinde gayeler hissettirilmeli ve öğreneceği şeyler, hazmedebileceği ölçüde verilmelidir. Daha ilk mektebde çocuğa cihan coğrafyası, beşer tarihi veya felsefe ile taşıyamayacağı bir yük yüklemek, ders için de, talebe için de talihsizlikdir.
Hergün, ilim adına, çırağını bin şübhe ve tereddüdle baş başa bırakan öğreticiye muallim denemeyeceği gibi; talebesini bir laboratuar ciddiliği içinde doğru neticelere götüremeyen mektebe de mekteb denemez.
Âile ve içtimâî çevrenin, gence bir tey vermeyiti ve veremeyiti bir gerçekdir. Ancak bir batka tarafdan, onun yüce duyguları ve iç âlemi askıya alınmasaydı ve etrafdan akıp akıp ruhuna gelen örseleyici ders ve telkinler olmasaydı, hiç olmazsa onu, safvet-i asliyesi içinde korumak mümkün olacakdı. Heyhât..! Günlük televizyon haberleri, siyasî polemikler, sporlar ve sporcular ve sırf merak uyarma maksadıyla tertib edilmiş yalanlar, tezvirler ve her türlü aldatmalar ve sansasyonlar o zaif dimağları, o denlü işgal etmişdir ki, bu Kafdağından yükü, değil o cılız varlıklar “benim diyen” her babayiğit dahi rahatlıkla yüklenemeyecekdir.
Bu kadar yük altında mektebdeki derslerin anlaşılması; anlaşılıp kavranması ve hayatın içine sokulması; hele hele onlarla yeni terkiblere ulaşılması aslâ mümkün olmayacakdır. Bir de buna, talebesini bilgi hamalı yetiştirme programı eklenmişse, artık vay haline o mektebin de, talebenin de...!
Günümüzün tembel talebeleri veya bu bozuk havanın tembelleştirdiği çıraklar, daha çok, çile çekmeden elde edilen şeylerin peşindedirler. Günlük hayatlarında onları daha çok meşgul eden şeyler: Gazete haberleri, sporlar ve sporcular, film ve artist isimleri ve gençlik heyecanlarından istifade edip, onları birer insan azmanı haline getiren bir kısım izm’li müskirât ve mükeyyifatdır (1). Böylelerine bir fâtihlik ve kâşiflik anlatmak en güç şeydir. Evet, emek ve çile isteyen büyük insan olma yolu, onlara göre en menfur şeydir. Çalışmayı, hele metod ve sistem içinde çalışmayı asla sevmezler. Bir de buna, günümüzün renkli hâdiselerinin vitrinleştirilme ve sahnelendirilmesi ilâve edilecek olursa, doğruyu öğretme sancısını çekenlerin vay hâline!
Asrımız içinde cereyan eden hâdiselerin çokluğu, araştırmaların artması, ilmî eğrilerin ihtimâliyatı yeniden hızlandırıp sahneye sürmesi; tecrübelerle elde edilen kat’îliklere nisbeten, istatistikî bir havanın daha çok revâç bulması, insanoğlu için herşeyin kavranabilir olmasını imkânsız kılmaktadır. Esasen böyle bir teşebbüs de, hem öğrenen için hem de öğreten için boş bir gayret ve budalalıkdır.
Günümüz, iş bölümünü, vazife taksimini ve ihtisaslaşmayı zarurî görmektedir. Her ferd; eşya ve hâdiselerin bir bölümünü keşfe koyulacak ve kendinden bekleneni verebilmek için o uğurda fâni olacakdır.
Şimdi bir kere düşünün! Zihni günlük hâdiselerle işgal edilmiş, ruh dünyası kısır boğuşmaların alçaltıcı baskısı altında ezilen bir gencin gönlüne bir şey koymak mümkün müdür? Ve hele kafasına takılan şeyler, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tarafından hüsn-ü kabul görüyorsa... Allah’ın günü, onun yüce hisleri üzerine bir balyoz gibi inen, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, onda okuma ve düşünmeye mecâl bırakır mı..?
İyilik ve güzellik bilgisi, yozlaşma ve soysuzlaşmaya karşı savaşan bir ordu gibidir. Genç, bu kuvveti, mekteb ve mekteb vazifesini yapan muhitinden alacakdır... O, ancak bu lâhûtî bilgiyle donatıldığı zaman, fenalıklara mukavemet gücünü kazanır ve iradesinin kanatlarıyla yükselir.
Hiçbir şey bilmeme, gencin elini kolunu bağlayıp onu müdafaadan mahrum bırakacak, yanlışın ve kötünün öğretilmesi ise onu felç edecekdir.
Ne acıdır ki, asırlardan beri milletimizin ömür törpüsü sayılan bu hususa karşı, henüz toplu bir kıyam ve bir seferberlik hissi görülmemektedir.!
1) Müskirat ve mükeyyifat: Sarhoş edici ve keyif vericiler.

Dil Üzerine




Dil Üzerine

Fatih BAĞCIOĞLU
“Dil insanlar arasında anlaşmayı sağla­yan bir vasıtadır. Dilin kendine mahsus kanunları vardır ve ancak bu kanunlar çerçe­vesinde gelişir. Dil bir gizli anlaşmalar sistemidir”. Fakat bu gizli anlaşmalar nasıl ve ne zaman olmuştur? Bu bilinmemektedir.Her kavmin dili ayrı olduğu halde, dil­ler arasında bâzı benzerlikler vardır. Dil ilminde yapılan araştırmalarla bütün dille­rin bir ana dilden ayrılmış olduğu tahmin edilmektedir. İlk insan ve ilk dil... Sonra insanlar çoğalarak kavim ve kabileler sayı­sınca diller meydana gelmiş; yani mebde ve menşe bir...Milletler kültür ve medeniyet yolunda yürüdükçe dilleri de gelişmiş ve değişmiş; dile yeni mefhumlar, kelimeler girmiştir. Milletlerin kültür ve medeniyet yolundaki bu yürüyüşleri ayrı ayrı olduğundan, ayrı diller, farklı zenginlikte diller meydana gel­miştir. İklim ve coğrafyanın insan ve dil üzerindeki tesiri bu ayrılığı daha da artır­mıştır. Fakat birbirleriyle münasebet hâlinde olan kabileler, hususun aynı kültür ve mede­niyet içinde bulunan milletler, her sahada alış veriş yaptıkları gibi bu alış veriş dille­rindeki kelimelerde de olmuştur. Bu yüz- den yeryüzünde hiç bir büyük dil Öz dil (arı dil) değildir; olamaz. Aynı medeniyet için­de yaşamış olan veya yaşayan ve aralarında kültür teması olan bütün milletlerin dilleri birbirinden kelime alıp vermiştir.Meselâ: İngilizcede 90 bin yabancı ke­lime vardır. 120 bin civarında kelimesi bu­lunan İngilizceden bu 90 bin kelime ya­bancıdır, öz İngilizce değildir diye atılırsa ortada ne İngiliz kültürü, medeniyeti, ne de İngiliz edebiyatı kalır.İngilizler dillerinde her dilden kelime olmasıyla öğünürler. Bu şuurlu bir dil an­layışının ifadesidir.Bütün büyük dillerde böyle binlerce, onbinlerce yabancı menşeli kelime vardır ve hiçbir millet bu kelimeleri dilinden at­mayı düşünmez. Çünkü hiçbir dilin bütün kelimeleri "millî” olamaz fakat sesleri millî olur, cümle yapısı millî” olur. Hususun asır­lar boyu Asya, Avrupa ve Afrika coğrafya­sında at koşturmuş Kara Deniz ve Ak De­nizi bir Türk gölü hâline getirmiş büyük bir milletin dili özdil olamaz.Hatta bazılarının zannettiği gibi İslâmlık öncesi Türk Dili bile özdil değildir. İçinde bir yığın yabancı kelime vardır. Meselâ Eski Türkçedeki (İslâmlık öncesi Türk Dili) töre kelimesi İbrâniceden, alıp kelimesi Moğolcadan, ev kelimesi Ârâmi dillerinden, günümüzde öztürkçe zanne­dilen kend, kand kelimeleri Soğd-Sankrist dillerinden, acun kelimesi Soğdcadan, dost kelimesi Farçadan dilimize girmiştir.Türkler İslâmiyeti kabul ettikten sonra da İslâm medeniyeti içinde Arapça ve Fars­ça dillerinden Türkçeye kelime girmiştir. Fa­kat dilimize giren bu kelimeler değişmiş, Türkçenin fonetik yapısına uymuştur. Bu kelimelerle birçok deyimler yapılmış, bu kelime ve deyimler halk dilinde yerleşerek yediden yetmişe herkesin bildiği, kullan­dığı kelimeler olmuştur. Yâni Türkçe bu kelimelere kendi mührünü vurmuştur. Kısacası bu kelimeler Türkçeleşmiştir. Mese­lâ: Arapçadaki manâra dilimizde minare, Arapçadaki na’na’ Türkçede nane, Arapça­daki sahlap Türkçede salep şekline girmişÂ­tir. Yine Türk milleti gul kelimesini almış gül yapmış, câme-şûy kelimesini almış ça­maşır yapmış, guuşe kelimesini almış köşe şekline sokmuş, şüban kelimesini almış ço­ban yapmıştır.Böylece binlerce kelime Türkçeye gir­miş, Türkçeleşmiş, Türk milletinin malı olmuştur.

Kelimeler Üzerine



Kelimeler Üzerine

Fatih BAĞCIOĞLU
Diller, medeniyetler gibi tekâmül etmek mecburiyetindedir. Medeniyetin gelişmesiyle birlikte, o medeniyetin kurucularının dili de değişir. Medeniyet ve dil daima beraberce yürürler; biri durduğu zaman diğerini yürütmek âdeta imkânsızlaşır. Bir medeniyetin kurucularının yeni yeni nesne, hareket ve mefhumları karşılamak için, yeni yeni kelimelere ihtiyacı vardır. Bir dil bu ihtiyacını karşılamak için ya yabancı bir dilden kelime alır, ya kelime grupları teşkil eder veya yeni gövdeler meydana getirir. (Yeni kelimeler yapar.) Bizde, yani dilimizde medeniyetin ortaya çıkardığı bu yeni nesne, hareket ve mefhumları karşılamak için en son yol, köklerden gövdeler meydana getirmek, yeni kelimeler yapma yolu seçilmiştir. Yeni kelimeler kelime kök ve gövdelerine yapım ekleri eklenerek teşkil edilirler. Ama bu rastgele olan bir iş değildir. Her kök ve gövdeye gelişigüzel ekleri getirmek suretiyle yapılan iş, kelime yapma değil, kelime uydurmadır. Böyle kelimeler dilde tutunamazlar, yabancılıklarını hemen hemen daima muhafaza ederler. Bazı kimseler, kendilerini zorlayarak o kelimeleri kullansalar bile, geniş, halk kitleleri bu kelimeleri benimsemezler. Şunu unutmamak gerekir ki kelime yapma ve kelime uydurmak birbirinden çok ayrı şeylerdir. Dilde yeni kelimeler yapılır, fakat yeni kelimeler uydurulamaz. Yapılan kelimelerin uydurma olmaması için kelime yapmada dil ilminin tesbit ettiği şu esaslara uymak gerekir:

1-Canlı Kök Yeni kelimeler, kelime kök ve gövdelerine yapım ekleri eklenerek teşkil edildiğine göre, bu kök ve gövdelerde aranılacak vasıf bunların canlı olmasıdır. Yani o kök ve gövdelerin o anda, o sahada kullanılmasıdır. Yeni kelime yapmada kullanılan kelime kök ve gövdeleri o anda, o sahada kullanılmıyorsa, o kökler ölüdür, onlardan yeni kelimeler yapılamaz. "Kök veya gövdenin eski veya başka şivelerdeki farklı şekilleri de kelime yapmada temel teşkil edemezler" Netice olarak diyebiliriz ki yeni kelime yapmada kullanılacak kök ve gövdeler halk tarafından bilinen, kullanılan, o sahada yaşayan kelimeler olmalıdır. Çünkü dilde kelime gövdeleriyle kelime kökleri arasında mantıkî bir münasebet vardır. Meselâ; gözlük kelimesiyle bu kelimenin kökü göz arasındaki münasebet gibi. Kelime kökü kullanılmıyor, manası halk tarafından bilinmiyorsa yeni kelime ile kökü arasındaki bu mantıkî münasebet bilinemeyecek ve böyle kelimeler terim gibi ezberlenmesi gereken uydurma kelimeler olmaktan öteye gidemeyecektir. 2- İş1ek Ek Yeni kelimeler teşkil edilirken dikkat edilecek en mühim hususlardan biri de kök ve gövdelerden yeni kelimeler yapmada kullanılan yapım eklerinin işlek olmasıdır. Ek'in işlek olması demek dilde o ekle yapılmış birçok kelimenin bulunması, dilin o eki çok kullanması demektir. Bu ekler dilin hoşlandığı ve benimsediği eklerdir. Yapılan kelimeler bu eklerle teşkil edilirse, dilde kolaylıkla tutunur, halk tarafından benimsenir, dilin bünyesine girer. Dildeki bazı ekler ise işlek değildir, birkaç kelime dışında pek kullanılmaz, onlarla yapılan kelimeler mahduttur. Demek ki eklerde rağbet görme bakımından bir fark vardır. Meselâ: isimden isim yapma eki olan -cı, -ci, -cu, -cü, -çı, -çi, -çu, -çü eki Türkçenin eskiden beri işlek bir ekidir. Araba-cı, eski-ci, yol-cu, uyku-cu, göz-cü, kitap-çı, aş-cı, bek-çi, simit-çi, ok-çu, süt-çü... gibi. Yine isimden isim yapma eki olan -ka, -ge ise eskiden beri işlek olmayan bir ektir. Başka, özge gibi iki kelimede bulunur. Ayıca yapım ekleri haricindeki eklerle, Türkçede olmayan yapım ekleriyle veya yapım eklerinin isimden isim, isimden fiil, fiilden fiil, fiilden isim yapma ekleri olduğuna dikkat etmeden, rastgele her isim kök ve gövdesine, gelişigüzel yapım ekleri eklemek suretiyle yapılan kelimeler ve eklerin fonksiyonları göz önüne alınmadan yapılan kelimeler de uydurma olmaktan öteye gidemezler ve tutunamazlar. 3- Kelime Musikisi Yeni kelime teşkil edilirken dikkat edilecek diğer bir husus da, kök ve ekleri birleştirirken dilin ses kaidelerine, birleşme şartlarına, eklerin çok şekilliliğine uygun olarak hareket etmek ve ahenk itibarıyla dilin temayüllerine uyarak, onun hoşlanmadığı bir takım ses ve şekillerin meydana gelmesinin önüne geçmektir. Dil ilmine göre kelime yapımında yukarıdaki hususlara hassasiyetle uymak gerekir. Yukarıda anlatılan esaslara uymadan yapılan kelimeler yanlış ve uydurma kelimeler olmaktan öteye gidemezler, dilde anarşiye sebep olurlar. Acaba memleketimizde durum nedir? Bunu beraberce inceleyelim. "Olanak" Yapılan yeni kelimelerden biri olan ve imkân yerine kullanılmak istenen bu kelime yanlıştır. Çünkü dilimizde işlek bir -anak, -enek eki yoktur. Bu ek, Türkçede sağanak, görenek gibi birkaç kelimede görülür. Dilde işlek olmayan eklerle yeni kelimeler yapılamayacağına göre bu kelime yanlıştır. "Anlak" Mefhum bakımından yanlış ve söylenişi çirkin kelimelerden biri de zekâ yerine kullanılmak istenen "anlak"tır. Çünkü zekâ sadece anlamak manası ifade etmez. Anlamak zekânın bir yönünü teşkil eder ve idrak ile alâkalıdır. Anlamak zekânın hususiyetlerinden ancak biridir, "zekâ", "idrak", "fehm", "zeyreklik" bu kelimelerin hepsini anlamak fiilinden yapılan kelimelerle karşılamağa çalışmak Türkçeyi bilmeyenlerin işidir. Dilde nüans ve mefhumlara dikkat etmek icap eder. Türk milleti zekâsını "anlak" yapmayacak kadar zekidir. "Bağımsızlık" Bağ- kökünden -m ekiyle yapılan, istiklâl ve müstakil yerine kullanılan bu kelime de yanlıştır. Çünkü Türkçede isimden isim yapma eki olarak bir -m eki yoktur. Türkçede ancak fiilden isim yapma eki olarak -m eki vardır; almaktan alım, satmak' tan satım... gibi. Milletimiz istiklâlini kaybetmedikçe "bağımsızlığa iltifat etmeyecektir". "Doğa", "doğal" Bu kelimeler tabiat ve tabiî kelimeleri yerine kullanılmak isteniyor. İkisi de hem şekil bakımından hem mefhum bakımından yanlıştır. "Doğa" kelimesi doğmak fiilinden -a ekiyle yapılmış bir kelimedir. Hâlbuki Türkçede fiilden isim yapma eki olan -a işlek bir ek değildir. Kalıplaşmış olarak birkaç kelimede görülür. Dil ilmine göre işlek olmayan eklerle yeni kelimeler yapılamaz. Tabiat kelimesi ayrıca "huy, mizaç" manasına da gelir ki bu manaları doğa kelimesiyle karşılamak mümkün değildir. Doğal kelimesi ise kat kat yanlıştır.. Çünkü dilimizde -i diye bir nisbet eki yoktur. Böyle yanlış kelimelere yüzlerce misal verilebilir, ilerideki yazılarımızda fırsat buldukça bunlar üzerinde duracağız. O zaman daha açık olarak görülecek ki bizde yapılan şey, kelime yapma değil; kelime uydurmadır. Görülüyor ki yapılan kelimeler dil ilminin dışında, hiç bir kaide tanımayan, uydurma kelimelerdir. Bu kelimelerin dikkat çekici en mühim hususiyeti de medeniyetin ortaya çıkardığı yeni nesne, hareket ve mefhumların karşılığı değil, dilimizde mevcut, halkın bildiği, kullandığı, Türkçeleşmiş kelimelerin karşılığı olmasıdır. Böylece bilerek veya bilmeyerek nesiller bin yıllık bir mazinin, bin yıllık bir kültürün yabancısı haline getirilmektedir. Dikkatli olmalıyız.

Dil Ve Kültür


Dil Ve Kültür

Yusuf Alan
Kelimelerin olmadığı bir dünyada yaşasaydık, insanlar, beyinlerinden, ruhlarından, kalplerinden süzülüp gelen duygu ve düşünceleri birbirlerine nasıl aktarırlardı kimbilir? Kelimesiz, sözsüz, yazısız, kısacası dilsiz bir dünya... Hayali bile sıkıntı veren renksiz bir dünya. Hayata renk katan dil, her toplumun ruh aynasıdır. Bir toplumun kültür seviyesini ve dünya görüşünü tespit etmek isteyenler o toplumun kullandığı dili incelemeleri yeterlidir. Mesela, bir Kızılderili kabilesi olan Siouxlar’ın dilinde hiçbir “küfür” kelimesi yoktur. Kızılderililere vahşi diyen beyaz adamın yüzünü kızartacak bir tablo! Dil ile kültürün ve toplumun ilişkisine diğer bir örnek de arşivlerimizdeki belgelerdir. Arşivlere bir göz atsak, belgeler bize şunları fısıldar: “Kâğıdımızdan mürekkebimize, yazı türümüzden kullanılan kaleme kadar uzanan unsurlardaki estetiğe bakın. Her şahsın makamına göre kullanılan lakaplar, hitaplar, dua cümleleri, o devrin insanının, sizin cedlerinizin ruh inceliklerini yansıtmıyor mu? Şu muhteşem fermanların arkasındaki muhteşem devleti nasıl görmemezlikten gelebilirsiniz?”Gerçekten bu belgelerin sadece şekilleriyle değil, içlerinde geçen kalıplaşmış ifadelerle de devirlerinin kültür birikimi ve hayat görüşlerine nasıl işaret ettikleri incelenmeye değer. Mesela, bir belgede bir bayan ismi geçtiği zaman hemen ardından, çoğu zaman, “zid iffetüha” (Allah iffetini artırsın), bir âlimin ismi geçtiği zaman “zid ilmüha” (Allah ilmini artırsın) şeklinde bir dua cümlesi gelirdi. Sadrazam, defterdar, müftü, kazasker, beylerbeyi, sancakbeyi ve kadı gibi makam sahibi şahsiyetlerin senası birkaç satır sürüyordu.Dil-kültür ilişkisine dair başka bir misal de atasözleri ve deyimlerdir. Günümüzde, mevcut dillerdeki kalıplaşmış ifadelerin, bilhassa atasözlerinin, milli ruhu yansıttığı görülmektedir. Hatta bu atasözlerinden bazılarının farklı milletlerde -kelimeler farklı olsa bile- aynı manayı taşıdıkları tespit edilmiştir. Zira bazı cihanşümul (evrensel) hakikatler, bütün insanlar tarafından tartışmasız kabul edilir. Bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki devlet başkanının olamayacağı, olursa işlerin karışacağı, yani hâkimiyetin en önemli esasının müdahaleyi reddetmek olduğu, cihanşümul bir hakikattır. Bu hakikata İngilizler şöyle işaret eder: “Aşçılar çoğaldı mı çorba tatsız olur”, İtalyanlar; “Çok horozun öttüğüyerde güneş doğmaz”, İranlılar; “İki kaptan gemiyi batırır”, Ruslar; “Yedi ebenin olduğu yerde bebek kör doğar”. Bizdeki atasözleri de şöyle: “Horozu çok olan köyün sabahı geç olur”, “İki arslan bir posta sığmaz”.Atasözleri ve deyimlerin kültürümüze nasıl ayna oldukları şu misallerden açıkça görülebilir:— Allah, dağına göre kar verir.— Allah, doğrunun yardımcısıdır.— Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar.— Allah sabırlı kulunu sever.— Allah’tan umut kesilmez.— Almadan vermek Allah’a mahsustur (yaraşır).— Allaha ısmarladık.— Allah bağışlasın.— Allah bilir.— Allah etmesin.— Allah utandırmasın.“Çalım Kültürü” nün doğurduğu gariplikler de hatırlanmaya değer. Arabalara yapıştırılan çıkartmalar nedense daha çok İngilizce ve İngilizlerin “white lie” (zararsız yalan) (!) dedikleri cinsten. Mesela “My other car is a Ferrari” (Benim diğer arabam bir Ferrari’dir). Ya arabaların arka camlarında taşınan sahte Amerikan plakalarına ne demeli! Bu plakaları takanlar, Amerika’yı görüp geldiğini mi ima ediyorlar acaba? Bir de kolu, bacağı kırılanların alçılarına yazdırdıkları imza sirküleri var. “Ne çok arkadaşı varmış”mı denmek isteniyor yoksa? Kısacası “hava atmak”, kültürümüzü ve dilimizi maalesef oldukça etkiliyor.

Şimdi dil-kültür-toplum ilişkisinde, hassas bir husus üzerinde duracağız. Kitle iletişim araçlarıyla insanların zihinlerini kontrol etmek mümkün müdür?Aynı hadiseye, farklı isimler vermeleri ne garip?! Mesela, bir insan dinini değiştirir; yeni dinine mensup insanlar için o bir “mühtedi” (hidayete eren)’dir; eski dindaşları için, “mürted” (dinden dönen). “Şehit olmak isteyen mücahitler” bazıları için “İntihar saldırısında bulunan bir grup fanatiktir”. Özellikle basın-yayın organlarında bu tür “dil oyunlarına” veya daha resmi bir ifadeyle “diplomatik üsluba” çok rastlanır. Mesela, “Teröristler ölü olarak ele geçirildi”, “Göstericiler hayatını kaybetti” haberlerinde, özneden çok hadise vurgulanmış, halkın yanlış anlamalarının (veya gereksiz su-i zanlarının) (!) önüne geçilmiştir. Bu şekilde, aktif fiil cümlesi yerine, pasif cümleler ve isim cümleleri kullanmak, basının “tarafsız” kalmak için uyguladığı bir metottur. Batılı strateji uzmanlarının tavsiye ettikleri “güzel adlandırmalar” (!) da, insanlarda infiale sebep olabilecek bazı hadiselerin yumuşatılmasında kullanılır. Gaye, mevcut statükoya zarar gelmesini önlemektir. “Soykırımı” veya “katliam” yerine “etnik temizleme”; “kumar” yerine “talih oyunu”; “bebek katliamı” veya “sinsi soykırım” yerine “aile planlaması” terimlerini kullanmak gibi...Ya “şeker bayramı” tabirine ne demeli? Kulluk dairesinde bulunan aciz ve fakir insanın, Allah’ın azamet, kudret, şef kat ve merhamet gibi yüzlerce isim ve sıfatını idrak edip “Sübhanallah”, “Elhamdülillah”, “Allahuekber” senalarıyla görünen ve görünmeyen âlemlere ilan ettiğimiz “Ramazan Bayramı” nda, “şeker” ve “tatlılar” dışındaki başka bir şeyle uğraşmayan ve insanları uğraştırmak istemeyenler de kimler? Bunları düşünmek gerek.Nezaket isteyen başka tabirler de var. “Kara kışta” , karla ve tabiatla “mücadele” edildiği söyleniyor. Hâlbuki ne kış “karadır”, ne de insan onunla “mücadele” eder. “Hava muhalefeti” de ayni şekilde yanlış kullanılan deyimlerden birisidir. Tabiatta kötü ve çirkinmiş gibi gözüken şeylerin altında güzellikler yatar. Güzel düşünemeyen insanlar güzel göremezler. Rabb e kendilerine ve yaratılanlara yabancılaştıkları için “hayat”ı bir “cidal” olarak görürler.İnsanı daha büyük bir vartaya düşüren bir tabir de şöyle “İşimiz Allah a kaldı” Acaba hangi iş Allah‘ın iradesi dışında gerçekleşir ki? Bundan başka “Üzümü nu ye bağını sorma” gibi ifadeleri duydukça, ister istemez insanın aklına bunların bizden olmayanlardan sudur ettiği geliyor. Batılılar bu konuda oldukça işgüzar. Ortaya attıkları tabirlerin ardında kendi hayat görüşleri okunuyor. Aldanmamak için çok dikkatli olmak gerekiyor.Allah a dayandıkları için cihanı sarsan, fazilet ve medeniyet üstadı Osmanlılar emperyalizm sömürgecilik gibi kavramları tedai ettirecek şekilde bir “imparatorluk” mudur yoksa “cihad-ı fi sebilillah” mefkûresiyle yaşayan o şanlı ecdadımız “Devlet ı Aliye-i Osmaniye” midir’İşte kullanırken düşünülmesi gereken mefhumlardan sadece birkaçı. O halde ne yapmalıyız? Kendimize ait mefhumlarla düşünmenin yollan nelerdir? Aslında çare basit. Kaynağı Kur’an ve hadisler olan eserleri sürekli okuyup yaşayan insanlarda öyle bir dünya görüşü oluşur ki sahip oldukları ferasetle eşya ve hadiseleri tahlil, bünyelerine yabancı olan unsurları teşhis, bilgileri hikmete, “kültür”ü de “irfan”a tebdil ederler. Öyle bir “lisan” kullanmaya başlarlar ki, sanki yaşadıkları şeyler kelimeleşir, zihinleri ve hayatları aydınlık ve dupduru olur.

KAYNAKLAR1) Aksan, Prof. Dr. Doğan (1987) “Her Yönüyle Dil Ana Çizgileriyle Dilbilim.” Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi.

2) Pel. M (1965) The Story ol Language New York TheAmerican Library.

3) Eminoğlu M. (1989) Osmanlı Vesikalarını Okumaya Giriş.Konya: Ülkü Basım Evi.

4) Hatim ve Mason (1990) Discourse and the Translator, London/New York: Longman

5 Mart 2008 Çarşamba

Nesli Tükenmekte Olan Bir Canlı Lepisma Sakkarina


Nesli Tükenmekte Olan Bir Canlı Lepisma Sakkarina

İbrahim REFİK

Lepisma sakkarina; Tysanura takımından Lepismatidae familyasının örnek tipi olan bir canlı.. daha doğrusu bir böcek.Yazının başlığına ve ilk satırlarına bakıp da bir biyoloji yazısı olduğunu sanmayın sakın. Bahsettiğimiz canlının Türkçe karşılığı: Kitap kurdu. Hani şu kütüphanelerimizdeki bilhassa hiç okunmayıp evlerimizin salonlarındaki vitrinlerde aksesuar malzemesi olarak kullanılan kitaplarımızın bir ucundan başlayıp diğer ucuna kadar okuyabilen(!) minik canlı.Ama biz burada Lepisma sakkarina'nın yâni, kitap kurdunun, insanlar arasındaki bulunanından, daha doğrusu nesli tükenmekte olanından bahsedeceğiz.Kitap kurtluğu veya kitap meraklılığı üzerine dilimizde birçok deyim mevcut. Kitap kurdu; kitap meraklısı, kitaplarla ilgisi çok fazla kişi manasına kullanılmakta.Ayrıca yabancı dillerde bibliyoman kavramı var. Kitap hastası, kitaplara hastalık derecesinde ilgi duyan kişi demek. Daha açık bir ifade ile kitap delisi. Osmanlı kültüründeki karşılığı "Mecânin-i Kütüp". Bir de bibliyofil var. Bizdeki karşılığı "Muhibban-ı Kütüp" yâni kitapsever.Evet, biz kendisine kitap indirilmiş bir ümmetiz. Kitap, hayatımızın her karesinde; dünyaya ilk gözlerimizi açtığımızda kulağımıza fısıldanan besmeleden, "sessiz gemi" ile son yolculuğumuza uğurlanıştaki İlâhî "Yasin" nağmelerine kadar... Ve tabiî ki imanımızın gücüyle doğru orantılı olarak da, hayat yolculuğumuzun her safhasında...Kitap, ümmi de olsa bu ülke insanının yüreğinin derinlerinde yer etmiştir. Onun için bir mes'ele olduğunda "kitabını seversen..." diye yemin verdirir insanımız.. ve küfürlerin en ağırı olarak da "kitapsız" kelimesi girmiştir literatürümüze...Hayat felsefesini Ana Kitab'ın "İkra" emri çerçevesinde kurup, ona bağlı olarak kitap ağırlıklı bir medeniyet geliştiren ecdadımızın elbetteki kendine has bir kültürü, değerleri ve bu kültür ve değerleri temsil eden orijinal şahsiyetleri olacaktır. Konumuzun odak noktasından fazla sapmadan "Mecânin-i kütüp" ve "Muhibban-ı kütüp" arasında bir seyahata çıkalım dilerseniz.Henüz karanlığı üzerinden atamamış Avrupa'nın en bilgili idarecisi sayılan Fransa kralı V. Charles'ın kütüphanesinde 900 (dokuzyüz) kitap bulunup, kilise kütüphanelerinde kitaplar demir parmaklıklar arasından okutulurken, kapı komşusu Müslüman Endülüs'ün hükümdarı Halife II. el-Hakem'in kütüphanesinde 600.-000 yazma kitap bulunmakta ve Gazalî, Endülüs'te yazılan bir kitabın üç ay sonra Şam sahaflarına ulaşmasından dolayı devrinden yakınarak, artık insanların ilim yerine servete önem ve öncelik verdiklerinden şikâyet etmektedir.Meşhur Cahız, ilim öğrenmek için kitaplara para yetiştirememekte ve çareyi kitapçı dükkanlarını kiralayıp, geceleri üzerinden kilitleterek sabahlara kadar tetebbu'da bulmaktadır."Muvatta" gibi dev bir eserle ardında silinmez izler bırakan İmam Malik Hazretleri de, kitap okuyarak ilim öğrenmek için zamanının her dakikasının hesabını yapmakta ve def-i hacette geçecek zamanı dâhi israf kabul ederek, üç günde bir def-i hacete çıkacak şekilde yemeğini azaltmaktadır.İbn-i Cevzî, tedris, te'lif ve fetva ile dolu dolu yaşadığı ömrünün tek ânını bile boşa geçirmeyip, bazısı yirmi cildi bulan 340'dan fazla eser vererek, kitap yazmadık hiçbir ilim dalı bırakmamakta ve yazmış olduğu eserlerinin toplamı ömrünün günlerine bölündüğünde bir güne dört defter(forma) düşmektedir. Ve bu ilimlerle içli dışlı geçen ömrü boyunca, bıraktığı birbirinden kıymetli eserleri yazarken kullandığı kalemlerin yontulmasından ortaya çıkan talaşları biriktirip, vefatında gasil suyunun ısıtılmasında kullanılmasını vasiyet etmekte.İbn-i Rüşd'ün, biri babasının vefat ettiği, diğeri de evlendiği gece olmak üzere hayatında kitap okumadan geçen sadece iki gecesi vardır.İbn-i Teymiye, beline kadar uzanan örgülü saçları ile her gece kitap okumaya başlamadan önce saç örgüsünün bir ucunu çiviye asar ve böylece okurken uyuyakalmasını önlemeye çalışırdı.Sekiz yıllık kısacık saltanatına kıtalar fethini sığdıran koca Yavuz, develere yüklettiği kütüphanesini bir an olsun yanından ayırmaz ve şehzadelik döneminde üç saate indirdiği uykusuyla günde sekiz saat kitap okurdu.İlmin kaydedildiği kağıdın bile bizim kültürümüzdeki yeri ayrıdır. Osmanlı ülkesini ziyaret eden Avrupalı seyyahlar, hatıralarında: "Osmanlı ülkesinde, üzerinde dinî bir metin olsun veya olmasın yerde bir kağıt parçası göremezsiniz. Onu hemen mukaddes bir şey imiş gibi alıp bir duvar kovuğuna yerleştirirler" diye yazdıklarına şâhit oluruz.Bilginin ve yazılı kültürün ehemmiyetini göstermesi açısından Muallim Naci'nin Medrese Hatıraları'nda anlattığı:"Boğaz'ı geçerken kayığı alabora olan Osmanlı şâirinin, denize batarken bile, yanındaki şiir defterini sopasının ucunda suyun üstünde tutmaya çalıştığının" hikâyesi ne kadar dramatik ve göz kamaştırıcıdır.Bir de yakın tarihimizin kitap kurtlarından Cemil Meriç'in öğrenme aşkıyla çırpınmasının hikayesi ayrı bir ibret tablosudur:Cemil Meriç, gece gündüz okurdu. Bu yüzden gözlerinin gücünü her gün biraz daha yitirdi. Ne var ki o buna hiç aldırmaz, odasında masanın üstüne sandalyeyi koyar, kendi de sandalyeye çıkarak kitabını, ampule 30 santim uzaklıkta tutardı. Bunu, elektrik ampulünü aşağıya değin iletecek kordona verecek parası olmadığı için yapardı. Bunca parasız oluşunun sebebi ise, eline geçen paranın tamamını kitaba yatırmış olmasıydı.Kitap kurtları ve kitapseverlerden bahsettikten sonra bir nebze de "Mecâ-nin-i kütüp", yâni bibliyomanlardan bahsedelim:Bunlar, tabiri caizse kitap tozlarıyla beslenirler, kitap tozları onlar için polen gibi çok besleyici bir gıdadır. Nâdide kitapları kütüphanelerine edinebilmek için yapmayacakları şey yoktur. Ayrıca başkasına da kitap vermezler.Şu sözler bunlarla alâkalı, günümüze kadar gelmiş şark kitap kültürünün vecizeleleridir:"Kitabımın kâğıdının bir köşesini her kim nişan için bükerse bana hançer çekmiş, kanımı dökmüş bir katil olur.""Bu kitap benim rûhum ve ömrümün mahsulü gibidir. Ben ölünce nâdan bir cahile kalacak diye korkarım.""Kitabın yüzüne bakınca gönlüm eğlenir, emdiğim şeker kamışının sütü gibidir. Sakın kitabımı benden isteme. Çünkü bu, elimden sevgilimi almak gibidir.""Dostların kitabına tamâ etmek kötü ve fena huyluluktur. Okuyup geri vermemek ise, civanmertliğe muhalif, nâmertliktir."Türk dilinin ve kültürünün temel eserlerinden biri olan "Divan-ı Lügât-ut-Türk"ü asırlar sonra gün yüzüne çıkaran Ali Emîrî Efendi (1857-1924) de bunlardan biridir. Kendi ifadesiyle, "Lamba kenarında kitap mütalaa ederken sabah olmak defaatle vâki oldu. Uyusam kimse yanımda yatamazdı. Okuduğum kitapları savt-ı aleni ile (yüksek sesle) tekrar edermişim" diyen Ali Emîrî Efendi'nin kitap uğruna katlanamayacağı fedâkârlık yoktur.Yanya'da maliye müfettişi olduğu yıllarda Arapça güzel bir kitap bulur ve hemen satın alır. Ancak aldığı kitap eserin birinci cildidir. İkinci cildi de vardır ama, kimbilir nerede ve kimde? Uzun araştırmalar neticesinde kitabın ikinci cildinin Kuzey Yemen'de, San'a'da oturan bir şahısta olduğunu öğrenir. Ne pahasına olursa olsun o cildi elde edebilmek için kitabın sahibine arka arkaya mektuplar yazdıysa da, olumlu cevap alamaz. Bütün rica ve ısrarlara rağmen adam kitabı satmaya yanaşmaz. Ali Emîrî, ümitsiz ve huzursuzdur. Fakat kitabın peşini bırakmamaya kararlıdır. Yüz yüze görüşürse belki adam ikna olabilir düşüncesiyle Yemen'e gitmeye karar verir; fakat Yanya nere, Yemen nere...Emîrî Efendi'nin kitap uğruna katlanamayacağı hiçbir maddî - mânevî fedâkârlık yoktur. Fakat resmî vazifesini bırakıp nasıl gidecektir. Onun da kolayını bulur ve Nezaret'e müracaat ederek Yemen'e tayinini ister. Allah'dan ki. Yemen'deki şahıs o günlerde kitabı satmaya razı olmuştur ve bir kitap macerası böylece güzel bir neticeye bağlanır.İşin daha da güzeli, Ali Emîrî Efendi, fakr u zaruret ve çile dolu ömrü boyunca oluşturduğu bu paha biçilmez yazmalarla dolu kütüphanesini, sağlığında milletine bağışlama civanmertliğini gösterir. Hem de neye rağmen? Fransızların, devrine göre 30.000 altın gibi astronomik bir satın alma fiyatı, Paris'te adına bir kütüphane, yaşadığı müddetçe yüksek bir maaşla hafız-ı kütüp olarak kitaplarının başında bulunma ve emrine Müslüman ahçı ve hizmetkârlar verme gibi çok cazip bir teklife rağmen...Ali Emîrî Efendi bu teklife hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir. "Efendiler, ben bu kütüphaneyi milletimin bana verdiği maaşlarla yaptım. Öldüğüm zaman milletime kalması için... Bir daha böyle bir teklifle gelirseniz, sizi buradan kovarım."Bir kitap tutkunu da, Mehmet Akif merhumun "Safahat"ının altıncı kitabı "Asım" daki "Köse İmam" dır. Muhayyel bir şahıs olmayan Köse İmam, Akif'in bu şiirini ithaf ettiği Ali Şevki Efendi'dir.Akif'in "ilmi az, görgüsü çok, fıtratı yüksek imam" diye tarif ettiği bu tok sözlü adam da, çok zengin olan kütüphanesinden kimseye kitap vermez, çok ısrar edildiğinde ise, kütüphanesinin üst tarafına astığı;"Dest-i gadr-i müstaîradan ziyanım bîhisapTövbe ettim, âriyet hiç kimseye vermem kitap." levhasını gösterilmiş.Niye bunları yazdık? Gâyemiz geçmişe nostaljik bir seyahat değil elbet. Görüntü odaklı bir dünyada yaşıyoruz. 14-15 yaşındaki bir çocuğun zekâ seviyesiyle hitap eden televizyondan bilgi ve kültürünü artırdığını zanneden geniş bir kitle ile karşı karşıya bulunduğumuz günümüzde, bir kitap medeniyetinin vefasız evlâdları olarak, gerçek bilgi ve kültürün, görüntünün seline kapılmakla değil, "kelime ve kavramların çilesini çekmekle" kazanılacağını düşünüyoruz.Kültürel kalkınmışlığın Ölçüsü olan kişi başına tüketilen kağıt miktarının ABD' de 391 kilo olmasına karşılık, ülkemizde ise sadece ve sadece 18 kilo olması oldukça düşündürücüdür.6 milyon nüfuslu Azerbaycan'da, 60 bin baskı yapan bir şiir kitabı 6 ayda tüketilirken, 60 milyonluk ülkemizde üçbin baskı yapan bir fikir kitabı veya roman maalesef üç yılda zor satılmaktadır.Gururumuzu incitse de şu soruyu kendimize sormadan edemeyeceğim:"Böylesine muhteşem bir kitap medeniyetinin çocukları olarak, neyi kaç defa okumamız gerektiğinin farkında mıyız ve okuduklarımızı ne ölçüde hayata geçirebiliyoruz?"Kaynaklar- Kitap Üzerine Anatomi Dersleri, Yapı Kredi Yay., İst/93- Müftüoğlu, Mustafa; Tarihi Gerçekler-2 Seha Neş.,İst./93.- Refik, İbrahim; "Zaman Şuuru", Sızıntı, Mayıs 1990- Suffe Kültür San'at Yıllığı (1985-86) Suffe Yay., İst./86.- Tevfikoğlu, Dr. Muhtar; Ali Emiri Efendi. Kültür Bakanlığı Yay., Ank./ 1989.- Türk Edebiyatı Dergisi, Nisan/1986- Ünver, Dr. A. Süheyl; Kırkambar, Türk Ev Kadınları Kültür Derneği Yay., Ankara/1972- Yazıksız, Asım Necip; Kitap, İletişim Yay., İst./ 93

Önce Onlar Bulmuştu


Kenan GÖÇOĞLU
Dünyanın üzerine bir güneş gibi doğan İslâmiyet, ilim öğrenmeyi teşvik ederek Müslümanların her bakımdan örnek alınabilecek bir medeniyet kurmalarını sağlamıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Peygamber Efendimiz’in (sas) teşvikleriyle, M.S. 800–1500 yılları arasında İslâm dünyasında, her konuda olduğu gibi, ilmî çalışmalarda da önemli ilerlemeler olmuş; birçok Batılı araştırmacı, İslâm dünyasının önemli ilim merkezlerine gelerek Müslüman âlimlerden ilim öğrenmiştir. Müslüman ilim adamlarının eserlerinden yaptıkları çevirilerle, kendi ülkelerinde mucit olarak meşhur olmuş çok sayıda Batılı araştırmacı vardır. Batı’nın meseleye taraflı yaklaşması, ülkemizde de bazı kesimlerin bu gerçeği kasıtlı olarak örtmeye çalışması neticesi maalesef Müslüman ilim adamları tarafından yapılan keşif ve ortaya konan icatlar Batılılara mal edilmiştir. Bütün bunlardan sonra da, “İslâm terakkiye mânidir.” gibi yaftalarla Müslümanlar tesir altına alınmak istenmiştir. Aşağıdaki misâllerden de anlaşılacağı gibi birçok icat ve keşfin temelinde Müslüman ilim adamları vardır.

Uçak

İnsanoğlunun kuşlar gibi uçma hayalinin, ilk olarak 1903 yılında Wright Kardeşler tarafından gerçekleştirildiği bilinir. Hâlbuki ilk uçuş denemeleri 880 yılında, Endülüslü Müslüman âlim İbn-i Firnas tarafından geçekleştirilmiştir. Plânörlere benzeyen bir âletin üzerine kuş tüyleri ve kumaş geçiren İbn-i Firnas, bununla bir müddet havada kalmayı başarmıştır. İbn-i Firnas’ın bu faaliyeti, Batılı tarihçilerden Prof. Dr. Philip Hitti ve Dr. Sigrid Hunke tarafından ilk uçuş denemesi, kullandığı âlet de ilk uçak modeli olarak kabul edilir.1,2

Buharlı otomatik sistemler

Çeşitli kaynaklarda, buharlı otomatik sistemlerin ilk örneklerinin 1780 yılında İskoçyalı mühendis James Watt (1736–1819) tarafından icat edildiği belirtilir. Hâlbuki James Watt’tan 600 yıl öne yaşamış olan El-Cezeri’nin bir eserinde, buharlı otomatik sisteme benzer bir regülâtörden bahsedilmekte ve bu regülâtörün detaylı resmi yer almaktadır. El-Cezeri bu sistemde, buhar veya petrolle çalışan motorlu taşıtların vazgeçilmez elemanı olan supap tekniğini de ilk olarak kullanmıştır.3,6

İlk denizaltı

Su altında ilerleyebilen bir vasıta yapma fikri, ilk olarak Leonardo da Vinci (1412–1519) tarafından ortaya atılmıştır. 1620’de Hollandalı fizikçi Drebbel’in ve 1653’te Fransız fizikçi François de Son’un bu konuda yaptıkları çalışmalardan bir netice alınamamıştır. Günümüzde ilk denizaltının 1776 yılında Amerikalı bilim adamı David Bushnell tarafından yapıldığı bilinmektedir. Hâlbuki İbrahim Efendi, 1719 yılında şehzadelerin sünnet düğününde eğlence maksatlı kullanılmak üzere, insan taşıyabilen ve bir saatten fazla su altında kalabilen, çelikten bir denizaltı yapmıştır.4

Dünyanın yuvarlaklığı ve kendi etrafında dönmesi

Kâinat kitabını, Kur’ân-ı Kerim’in ışığında okuyan El-Biruni (973–1048), Dünya’nın yuvarlak oluşuna ve kendi etrafında döndüğüne dâir ilmî hesaplamalarını Kopernik’ten 500 yıl önce bilim dünyasına sunmuştur. Ne yazık ki, gençliğimize Kopernik anlatılmasına rağmen, El-Biruni’den hiç bahsedilmemektedir.3,4,7

Kan dolaşımı

16. yüzyılda yaşamış olan Micheal Servitus’ün kan dolaşımını ilk keşfeden kişi olduğu kanaati günümüzde yaygındır. Hâlbuki ondan 300 yıl önce yaşamış Müslüman tıp âlimi İbnü’n-Nefis (1208–1288), eserinde damar sistemini ve kalbin bölümlerini detaylı olarak çizmekte; büyük ve küçük kan dolaşımını ayrı ayrı anlatmaktadır. 8-9İlk

anestezi

İlk olarak 1850 yılında Junken tarafından yapıldığı zannedilen anestezi, Müslüman ilim adamı Sâbit bin Kurra (835–902) tarafından keşfedilmiş ve kullanılmıştır. Harran’da doğan Sâbit Bin Kurra, Bağdat’ta, tıpla birlikte matematik, astronomi ve mekanik sahalarında da önemli çalışmalar yapmıştır. 9,10

Atom

Günümüz dünyasında, atomla alâkalı ilk çalışmaların İngiliz fizikçi John Dalton (1766–1844) tarafından yapıldığı, uranyumun çekirdeğinin parçalanabileceği fikrinin de Alman fizikçi Otto Hahn (1779–1868) tarafından ortaya atıldığı fikri yaygındır. Hâlbuki onlardan 1000 yıl önce yaşamış ve dönemin en büyük ilim merkezlerinden Harran Üniversitesi’nde rektörlük yapmış olan Müslüman kimyacı Câbir Bin Hayyan’ın (721–815) aşağıdaki sözleri asrımızın ilim adamlarını dahi hayrete düşürecek mahiyettedir: “Maddenin en küçük parçası olan ‘cüz-ü la yetecezza’da (atom) yoğun bir enerji vardır. Yunan bilginlerinin iddia ettiği gibi onun parçalanamayacağı söylenemez. Aksine parçalanabilir ve parçalanınca da öylesine bir güç ortaya çıkar ki, bu güç Bağdat’ın altını üstüne getirebilir. Bu, Allah’ın bir kudret nişanıdır.” 11

Verem ve tedavisi

50 yıl öncesine kadar tedavisi bilinmeyen verem, nice insanın ölümüne yol açmıştır. Veremin tedavi usullerini ve bu hastalığa yol açan mikrobu Alman bilim adamı Dr. Robert Koch’un (1834–1910) bulduğu belirtilmektedir. Üstelik verem konusunda yaptığı çalışmalar dolayısıyla Dr. Koch’a 1905 yılında tıp sahasında Nobel Mükâfatı verilmiştir. Hâlbuki Dr. Koch’dan 150 yıl önce yaşamış Osmanlı ilim adamı Abbas Vesim bin Abdurrahman’ın (?-1761) vereme yol açan mikrop, veremin bulaşma yolları ve tedavisi konusunda yaptığı çalışmalar Avrupa’da büyük alâka görmüş ve yabancı ilim adamları kendisini sık sık ziyaret etmişlerdir.11,12

Katarakt ameliyatı

İlk olarak 1846 yılında Blanchet tarafından gerçekleştirildiği bilinen katarakt ameliyatına, Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Yakup’un (as) perde inmiş gözüne, Hz. Yusuf’un (as) gömleğini sürünce görmeye başlaması hâdisesiyle işaret edilmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’den aldığı ilhamla katarakt tedavisinin mümkün olabileceğine inanan ve bu sahada çalışmalar yapan Ebu’l-Kasım Ammar bin Ali Mevsili (950–1010) Irak ve Mısır’da yaşamıştır. Ali Mevsili’nin göz hastalıklarının tedavisi konusunda yazdığı “Kitabu’l-Müntehap” isimli eseri, Batı’da 18. yüzyılda dahi bu konudaki en iyi tıp kitabı olarak kabul edilmiştir. Ali Mavsili, göz hastalıklarına karşı uyguladığı çeşitli tedavi usullerinin yanında, içi oyuk bir tüp ile katarakt ameliyatı da yapmıştır.9,11Yukarıdaki misâllerden de anlaşılacağı gibi insanlığın ortak mirası olan bilime 8 ile 16. yüzyıllar arasında Müslümanlar çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Batı’da yetişmiş Gergo Saton gibi objektif birkaç bilim tarihçisinin eserlerinde Müslüman ilim adamlarından detaylı bahsedilmektedir. Bu eserlerde Sâbit Bin Kurra için Müslümanların Euklides’i; Harezmî için cebirde Euclides’ten bin yıl ileride; Câbir bin Hayyan için modern kimyanın, İbn-i Heysem için optik ilminin ve modern tecrübî fiziğin kurucusu; İbn-i Sina için hekimlerin üstadı; El-Cezeri için modern mühendisliğin ve otomatik kontrol ilminin kurucusu; Uluğ Bey için 15. yüzyılın astronomu; Mimar Sinan için mimarların üstadı; Piri Reis için dünyanın en büyük denizcisi; Râzi için Avrupa’daki ders veren kimyager denmekte, diğer âlimler için de çeşitli güzel tâbirler kullanılmaktadır.13 Ayrıca Milletlerarası Astronomi Birliği 1950’de aldığı bir karara istinaden Ay yüzeyinde bulunan kraterlere (Ay çukuru) bilime önemli katkıları olmuş ilim adamlarının isimlerini vermiştir. Bunlar arasında Müslüman ilim adamlarından Sâbit bin Kurra, Ebu’l-Vefa, Uluğ Bey, Ali Kuşçu, Câbir Bin Hayyan, İbn-i Heysem, Biruni, İbn-i Sina, Nasiruddin Tusi, El-Battâni, El-Fargani, Bitruci, El-Zerkavi ve Es-Sûfi’nin isimleri de yer almaktadır.13,14

Yukarıda sadece bazılarını sayabildiğimiz icat ve keşifler, ülkemizdeki ders kitaplarında yeterince yer almadığı gibi, Müslüman ilim adamları tarafından yüzyıllar önce yapılan keşif ve icatlar da, okullarımızda “Batılı ilim adamları tarafından yapılmıştır.” şeklinde öğretilmeye devam edilmektedir. Bu durum maalesef, tarih ve kültürümüzden bîhaber, kendine güveni olmayan bir gençliğin yetişmesine yol açmaktadır. Günümüzde, kendi öz değerlerimizle yetişen gençlerden bazılarının, dünya bilim olimpiyatlarında kazandıkları başarılar, imkân verildiğinde, bilime geçmiştekine benzer katkıların tekrar yapılabileceğinin bir habercisidir.

Dipnotlar

1. Mitti, F., Siyasî ve Kültürel İslâm Tarihi, Çeviren Salih Tug. Boğaziçi yay., İstanbul, 1981.

2. O. Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti

3. “Modern Bilimin Müslüman Öncüleri”, http://www.mercek.org/

4. Şaban Döven, “Müslüman İlim Öncüleri”, Yani Asya neşriyat, İstanbul, 2004.

5. Fuat Sezgin, “Compendium on the Thoery and Practice of the Mechanical Arts Al-Jami bain al-ilm wa-l-amal an-nafi fi şina at al-hiyal; El-Cezeri; İstanbul, 2002, İngilizce, Ciltli.

6. El-Cezeri, “Kitab fi Ma’rifet’il Hiyali’l Hendesiye”, edited by Ahmed El Hasan, sf 394–395, Halep, 1979.

7. İslâm Dünyasının Mucitleri” Focus, Sayı:2005/01-112414 Ocak 2005.

8. Ibnü’n-Nefis, Serhül Kanun Sam, s. 108, 1934.

9. Prof. Dr. Mehmet Bayraktar, “İslam’da Bilim ve Teknoloji Tarihi”, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınlar, Ankara, 2000.

10. Wood, C.A.. Memorandum, “Book ot a tenth Century oculist for the use of modern offtalmatologist of medicine”, s. 264-265, 1973.

11. Şaban Döven, “Müslüman İlim Adamları”, Yani Asya neşriyat, İstanbul, 2004.

12. İbrahim Paşa, İslâmların ve Bilhassa Türk Milleti Necibesinin Tababete Ettikleri Hizmetler, İkdam Gazetesi, sayı 4040.

13. Lütfi Göker, “Bilim ve Teknolojinin Gelişimi ile Türk İslâm Bilim Adamlarının Yeri” Düşünce Eserleri Dizisi, M.E.B., İstanbul, 1996.

15. M. Bayraktar, Kindi ve Einstein’e Göre Rölativite ve Benzerlikleri. Bilim ve Teknik, C.XIII. sayı 153.1980.

16. Ebu Rida, M., Kindi ve Falsafatü’l-Ula, Kahire 1950, c.l, s.119.

3 Mart 2008 Pazartesi

2 Mart 2008 Pazar

Kitapların Işık İkliminde


Kitapların Işık İkliminde

İbrahim REFİK

GİRİŞ

Yüce Allah Mukaddes Beyan'ında Efendimiz'e (sav):" Rabbim ilmimi artır. " (1) demesini öğütlemektedir. Zira varlığın hakikati ancak onu yaratan Allah'ın lütfedeceği ilimle anlaşılabilecektir. Buna bağlı olarak Cenab-ı Hak bu ayetle ayrıca inananlara nasıl bir dua etmeleri gerektiğini de öğretmektedir(2) "Kur an" kelimesinin "İkrâ" emriyle aynı kökten olması ve "okumak" manasına gelmesi sebebiyle Yüce Kitab'ımızı her aklımıza getirişte "okuma" dersi almamızın sağlanması Rabbimizin, ilim talebinde yatan ehemmiyeti bizlere hissettirmedeki bir başka rahmeti olmaktadır.(3)Fıtratı icabı sonsuz bir kemâle doğru terakki etmeye mecbur olan insanoğlunun hidayeti için gelen bir "KİTAB"ın ilk bu kelimeyi "Oku" seçmesi müminlere ilmin ehemmiyetini duyurmaya ilk tedbirdir. (4)Rabbimizin vahyi "oku" emriyle başlatmasının enteresan bir yönü de şudur: Bu ayet Arapça dilbilgisi yönünden bir fiil cümlesidir; normal bir fiil cümlesinde özne ve fiilden başka bir de nesne olması gerekir; fakat bu ayette nesne belirtilmemiştir. Böylece enteresandır ki Allah'ın "oku" demesine rağmen neyin okunacağını belirtmemiştir. Sadece Allah'ın adını an ve oku denilmektedir. Buradaki gizli hikmet, şüphesiz Müslümanlara her ne olursa olsun, ister dini, ister dini olmayan her şeyi okuyup öğrenmeleridir. Eğer Allah nesneyi kesin olarak, mesela Kur'an'ı oku deseydi, Müslümanlar ondan başka bir şey okumayabilirlerdi. Bununla Allah okumanın ve ilmin sınırı olmadığını göstermiş olmaktadır(5).Kur'an'ın bu mesajlarını iyi anlayan Müslüman toplum, bilhassa ortaçağda ilim ve teknolojide zirveye çıkmışlardır ki bu durumu, İslam dünyasında ilmin önemini inceleyen Franz Roshental şöyle vurgulamaktadır: "Hiçbir inanç sisteminde, İslam'da olduğu ölçüde din-ilim uygunluğu ayrılmaz bir biçimde gerçekleşmemiştir." (6)Kainatta tecelli edegelen nizam ve değişik şekilde tecelli eden şeylerin birbiriyle olan münasebetini idrak-dan ve bu idrakların tasnifi ve biraraya getirilmesinden ibaret olan ilmin(7) elde edilmesi, bu büyük nizamın muammasının kavranmasına aracılık etmesi bakımından büyük önem arzetmektedir. Bunun elde edilmesinde de en önemli yol hiç şüphesiz okumaktan geçmektedir.Bu yazımızda bu önemli fiilin (okuma ve ilim) ve metanın (kitap) etrafında etraflıca bir seyahat yapacağız.
EŞSİZ BİR KİTAP MEDENİYETİ
Şurası muhakkak ki çağlara ve kültürlere göre değerler farklı farklıdır. Bizim dünyamızın bir dönem için değer atfedilen şeylerini anlamak için zaman makinasını geriye doğru işlettiğimizde Arap şairi el-Mütenebbi'nin ifadeleri içinde şunu görürüz: "Dünyada en güzel yer rahvan atın sırtı; Zaman içinde en hayırlı dost ise kitaptır."(8)Yine bunu pekiştirici mahiyette o dönemin bir başka şairinin ağzından şunlar dökülür:"Pazarlarda oturmak kötü bir şeydir. Bunların içinde öyle olmayanları da vardır:At pazarı, silah pazarı ve kitap pazarından başkasına yaklaşma.İşte sana yiğitlerin âleti ve işte sana edeb ehlinin sermayesi..."(9)Cihanın garbının karanlıklar içinde olduğu o dönemde cihanın şarkı ışık ışıktır. İlim, âlim, kitap ve kütüphane el üstündedir ve kadirşinas sultanların himaye kanatları altındadır. İşte size deryadan katreler;O dönemin hükümdarının kendileri de ilim sahibi oldukları için ilme ait değerler de zirvededir.Endülüs hükümdarı el-Hakem, kitap satın almak üzere uzak memleketlere tüccarlar göndermekte ve -henüz tanımadıkları kitapları satın alıp Endülüs'e getirmeleri için- onlara bol miktarda para tahsis etmektedir. Kitab"ül-Ağânî'yi duyduğu zaman, eserin müellifi Ebû'l-Ferec el Isfahâni (Ö.356/967)'ye saf altından 1000 dinar yollayarak kitap piyasaya çıkmadan elde eder.(10)Dönemin çarşı ve pazarı ayrı bir güzellikler kuşağıdır.El-Ya'kûbî, Bağdâd mahallelerinden bahsederken sadece bir mahallesinde yüzden fazla kitapçı dükkanı olduğunu belirtir. (11)Bu kitapçıların seviyesi ise hayret edilecek kadar yüksektir.Ebu'l- Haccâc'ın anlattığına göre adamın birisi, ilim tahsil etmek için Bağdad'a gider. Allah'ın nasib ettiği kadarıyla okur, sonra da memleketine dönmek ister. Bu maksatla kendisini götürecek bir hayvan kiralar. Hayvanın sahibi, yolda bâzı ihtiyaçlarını almak için dükkana girer. Talebe bu sırada komşu dükkan sahiplerinden ikisi arasında cereyan eden ilmi bir müzakere işitir. Bunun üzerine: "Satıcıların ilmi seviyesi bu merkezde olan bir beldeyi bırakıp gitmek akıl kârı değildir." diyerek, hayvan sahibinden, kendisini tekrar Bağdâd'a geri götürmesini ister.(12)Zaman makinasını biraz daha asrımıza yaklaştırdığımızda daha enteresan şeyler müşahede ederiz; ilmin taşıyıcısı kitap o kadar değerlidir ki, Osmanlı, cihan fethi için çıktığı gazalarda kazandığı zafer sonrası hasımlarına dikte ettirdiği antlaşma maddeleri arasında istediği kitapların listesi vardır.Devlet ve çarşı-pazar çapında bu kadar canlı olan ilim-kültür hayatının fertleri nasıldır acaba? Birkaç misalle onlara göz attığımızda günümüz ölçülerine göre değerlendirmesi zor bir manzara çıkmaktadır karşımıza.Hafız Sahavî (r.a.) 'nin anlattığına göre; 234 senesinde İsfehan'da vefat eden Ebu Eyyüb Süleyman b. Davud eş Şâzegûnî büyük hafızlardandır. Ölümünden sonra onu rüyada görürler ve "Allah sana nasıl muamele etti?" diye sorarlar. "Beni bağışladı." cevabını verir. "Hangi amelinle?" diye sorulduğunda:"İsfahan yakınlarında yağmura tutuldum. Yanımda kitablar vardı. Çatı gibi birşeyin altına giremedim ve sabaha, yağmur kesilinceye kadar kitablarımın üzerine çömeliverdim. Allah'da bu yüzden başkaları arasında bent de bağışlayıverdi."cevabını verir.(13)Devrin kitap aşığı el-Câhız, kitap almaya para yetiremediği için kitapçı dükkânlarını kiralayıp sabaha kadar kitapları mütalaa eder.(14) İşte böylece ilim, değerini bilmenin ve çilesini çekmenin neticesi olarak dev kametler yetişir ve bunlar bir ömre sığmayacak dev eserler verirler. Sonunda da kendi asırlarını ve kendinden sonraki asırları aydınlatarak, vefatlarından sonra dahi tükenmez varidatlar kazanırlar.Faslımızı bu ışık adamlarını, her biri ufuk açan sözleriyle noktalayalım:*İlim sahibinin dostu çok olur. Mal sahibinin ise düşmanı. (Hz. Ali)*Kalem kılıçtan üstündür. Zira berikisi sadece yakından tesir ettiği halde ötekisi çok uzaktan tesir eder. (Kaşkalani)*Hakîmin birine sorarlar:-"Neyi sermaye edinelim?"-"Bindiğiniz gemi battığı zaman sizinle birlikte yüzebilecek şeyleri, yani ilmi." diye cevap verir.*Kalemlerin kağıtlar üzerindeki cızırtıları, dügâh ve uşşak makamlarından daha tatlıdır. (Zemahşerî)*Kitabım yüzüme bakınca gönlüm eğlenir, emdiğim şeker kamışının sütü gibidir. Sakın kitabımı benden isteme. Çünkü bu elimden güzel sevgilimi almak gibidir.(La edrî)
DÜNÜN RENKLİ DÜNYASINDAN BUGÜNÜN BELİRSİZLİĞİNE
Zaman makinasını tekrar başa alıp günümüze döndüğümüzde ilim ve kültür hayatının renklerinin maalesef eskisi gibi parlak ve canlılıktan belirsizliğe dönüştüğünü görmekteyiz. O günden bu güne köprülerin altından çok sular geçmiştir. Tanzimatla birlikte toy bir delikanlı hevesiyle, istiridye kabuklarını incilerden ayırmadan önümüze ne gelirse ithal ettiğimizden dolayı(15) millet olarak topyekün "frengi"ye yakanmışızdır.Bu hastalığın bünyemizde yaptığı tahribatın bir sonucu olarak maddeci yığınlar haline gelen günümüz insanının artık okumaya vakti yoktur(!) Çünkü çok daha önemli işleri vardır; para kazanmak ama çok para kazanmak zorundadır. Ancak bu sayededir ki toplumun üst seviyelerindeki yerini alabilsin. Zaten o öğrenilecek şeyleri(l), akıl yürütme yeteneğinin dumura uğratıldığının ve rasyonel düşünceden uzaklaştırıldığının farkına bile varmadan sihirli beyaz camdan fazlasıyla öğrenmektedir.Sonuçta da düşüncede sığ, yeni terkipler yapmaktan mahrum ve fikir adına yeni birşeyler üretemeyen keyfıyetsiz kalabalıklar. Bunun faturası ise uzun dönemli düşünürsek; zengin toprakların fakir bekçileri olmaya mahkum bir millet.Yazıdan gayemiz karamsar bir tablo çizmek değil. Yarayı teşhis edip neşter vurmak. Daha okjektif olup teşhisimizi belirginleştirmek için istatistiklere bakalım.
İSTATİSTİKLERİN S.O.S ÇALAN VERİLERİ
Önce bilgi depoları olan kütüphanelere baktığımızda; S.S.C.B.'de 2.549 kişiye 1 halk kütüphanesi düşerken Türkiye'mizde ancak 64.600 kişiye bir kütüphane düşmektedir. Bu rakam İngiltere'de 3.508, Belçika'da 4.253 kişiye bir kütüphanedir, (16)Bu kütüphanelerden istifade oranı ise tam bir faciadır: 1988 kültür istatistiklerine göre koca 50 milyonluk Türkiye'de 1 yıl içinde kütüphanelerden yararlananların sayısı sadece ve sadece 258.044.(17) Herhalde bunların büyük çoğunluğunu da ödev yapmak için gelen öğrenciler teşkil etmektedir.Okuma alışkanlığımıza gelince:Piar'ın 1982 de yaptığı bir araştırmaya göre Türkiye'de kitap okuyanların toplam nüfusa oranı 10.000/8 dir.(18)Üniversite gençliği üzerinde yapılan bir diğer ankete göre "Ders kitabı dışında kitap okumadıklarını söyleyen öğrencilerin oranı %22 den az değildir. Başka bir ifadeyle her beş öğrenciden biri ders dışında kitap okumuyor."(19)"Türk Gençliğinin Problemleri, Beklentileri, Eğitim ve Kültür Bakımından Düşünceleri" adlı 1989 yılı Devlet Bakanlığı araştırmasına göre: (Araştırma 15-26 yaş gurubunda 5139 genç üzerinde yüzyüze yapılmıştır.) gençlerin %69 u adını hatırlayamayacak kadar uzun zamandır kitap okumadıklarını söylemişlerdir.Yayın dünyasına gelince:Unesco araştırmalarına göre yılda basılan kitap sayısı S.S.C.B.'de 82.710, A.B.D.'de 51.058, Yunanistan'da 35.000 iken ülkemizde ise 6101 adettir.(20)Ayrı bir araştırmanın acı bir sonucu da şu: 1950'li yıllarda ülkemizde bir kitap 3 ila 5 bin adet basılmaktadır. 1990'dayız yine bir ki¬tap 3 ila 5 bin basılmaktadır.(21) Nüfus artışını, okuma-yazma oranlarının da artışını düşünürsek karşımıza çıkan tablo korkunçtur.Mukayese olması bakımından komşumuz, altı milyon nüfuslu Azerbaycan'lı şair Vahapzâde ile yapılan röportajdan bir pasaj aktarmakta yarar var: "Vahapzade diyor ki; Azerbaycan'da benim ve birçok yazarın kitapları elli bin, seksen bin, yüz-bin basılır. Mesela benim buraya gelmeden önce "Gelin Açık Danışak" adllı bir kitabım basıldı. Ti¬rajı kırkbindi, üç günde bitti. İlave olarak yüzbin bastılar.(22) Ya gazete ve dergiler:Yüzlerce lotarya, armağan, karton, kupon, ansiklopedi dağıtılmasına, yalnızca TV'de 11 milyarı aşan reklam yayını yapılmasına karşılık günlük gazete okuyucusu 1988'de, 1987'ye göre 42.576 azalmıştır.(23)1984'de yapılan bir araştırmaya göre Türkiye'de kişi başına düşen dergi sayısı 1 yılda sadece 1.2'dir. Aynı araştırmaya göre bu rakam Japonya'da kişi başına 25 adede ulaşmaktadır.(24)İlme değer vermenin bir başka de göstergesi olan devletin ilmi araştırma ve geliştirmeye ayırdığı pay da çok düşündürücüdür.Îlim ve teknolojide ileri düzeye erişmenin temel şartı bir ülkenin araştırma ve geliştirme harcamalarının gayrisafi milli hasılanın yüzde ikisi ile beşi arasında olmasıdır. Fakat bu oran Türkiye'de binde ikiyi bile aşmamaktadır.(25)Son olarak bir ülkenin kalkınmışlığında ölçü olarak kabul edilen kişi başına kâğıt tüketimini vermekle iktifa edelim:A.B.D.'de kişi başına bir yılda tüketilen kağıt miktarı 391 kilodur. Bu rakam Avrupa ülkelerinde 90 kilo, Türkiye'de ise sadece 18 kilodur. (26)Diğer ülkelerle mukayese edilerek verilen okuma oranları, kitap, mecmua, gazete baskıları vs. gibi istatistiklerin ürkütücü rakamlarının sebepleri ayrı bir tahlil gerektirdiği ve müstakil bir yazı başlığı olduğu için detaya inemiyoruz.
BEŞİKTEN MEZARA OKUMA ŞUURUNA DOĞRU
Günümüz insanının zihni, günlük hadiseler tarafından işgal edilmiş: ruh dünyası kısır boğuşmaların aldatıcı baskılan allında ezilmektedir. (Günlük televizyon haberleri, siyasi polemikler, sporlar, sporcular, sanatçılar, sırf merak uyandırma maksadıyla tertip edilmiş yalanlar, sansasyonlar vs.)Bu yapılanlara klasik tarifiyle beşinci kolun uzantıları dense bile, sanırım bu kollar ahtapotunkiler kadar çok ve zavallı insanımızı da çepeçevre cendereye almış durumda.Bu fasit kuşatmayı kırmak için fert ve devlet olarak yapılacak çok şey olduğu ortada...İlk etapta okumanın entelektüel bir meşguliyet olmadığı, herkesin beşikten mezara kadar okuması gerektiği şuuru milletimizin hafızasına nakşedilmesi ve bu hususta bir seferberlik başlatılması çok önemli bir başlangıç.Ayrıca, 95 kişiye bir kahvehane, 65.000 kişiye 1 kütüphane düşen(27) ülkemizin içler acısı hali yetkili şahıslarca çok ciddi ele alınıp rakamların tersine çevrilmesine çalışılmalı.Fert olarak ise, ilk etapta TV'li odadan TV'siz odaya hicret edip, okuma zaman ve zeminini oluşturmalı. Daha sonra da, H.İsmail'in:"Harf harf yağdı ilim üzerimizden. Kimimiz gül oldu kimimiz diken." beyitinde ifade ettiği gül ve dikeni iyi ayırtederek, çağımız insanının neredeyse kokusundan baygınlık geçireceği yanık ölü etlerinden bahseden kitabları(28) değil de, evveliyetle ilhamını ana Kitap'dan olan ve ruha diriliş mayalayan, günümüzün dertlerine, neslimizin kalp ve vicdan hastalıklarına, düşünce bozukluklarına derman olacak kitapları okumalıyız.(29)Hem öyle okumalıyız ki, bilginin efendisi olmak için çalışmanın uşağı olma şuuruyla(30) tekrar tekrar okumalıyız.Böylece cismini kabir yapıp gezen cahillerden olmadan kurtulacak, marifet merhalelerinde her an bir öteye sıçrayarak öğrendiği hakikatları muhtaç gönüllere duyuracağız.İlmin, herşeyden önce kişinin kendini ve Rabbini bilmesi demek olduğunun şuurundaki günümüzün, gönlü daima kafasından ileride olan aydın nasiyeli gençleri ilmi ellerinde tutamazlarsa, Mevlana'nın "Hamuru bozuk olana ilim ve fen öğretmek, yol kesicilerin eline kılıç vermekten farksız; hafta sarhoşun eline kılıç vermekten de beterdir. Mal ve mevki gibi ilim de mayası bozukların elinde fitne ve fesat aletidir."(31) sözüyle belirttiği gibi ilim, şarkın ve garbın gaddar ve zalimlerinin elinde bir tehdit unsuru olmaya devam edeceğe benzer.Yazımızı el-Biruni'nin bir duası ile bitirelim: "Razı olacağı şeylere sarılmak hususunda Allah'dan yardım dilerim. Batıl şeyleri öğretip onlardan korunmak için de Allah'dan hidayet isterim."(32)

DİPNOTLAR
1- Taha ll4

2- Canan. Prof. Dr. İ. Peyg. Okuma Yazma Sefer. Cihan Yay. İst/84. s.49

3- A.g.e. 34

4- A.g.e. 34

5- Bayraktar. Doç.Dr. Mehmet; "İslam ve İlim", Milli Kültür, Eylül/1990Sayı:76 sh.70

6- A.g.e. 70

7- Şahin. M.A.; Asrın Ge. Tereddütler-1. T.Ö.V. Yay.. İzmir/1991 sh.2

7- Çelebi. Dr. Ahmed:Terc. Ah Yardım, İslam’da Eğitim ve Öğretim Tarihi, Damla Yay. İst/1983, s.139

8- A.g.e. 57

9- A.g.e. 142

10- A.g.e. S4

11- A.g.e. 58

12- Ebu Gudde, Abdülfettah; İlim Uğrunda. Ebru Yay. Isı/1985, s. 154

13- Çelebi, a.g.e. 55

14- Meriç. Cemil; Yeni Devir 20 Temmuz 1981

15- Gülle. Hüseyin;"Bu hafta kütüphane haftası" Zaman 27 Mart 1991

16- T.C. D.İ.E. Kültür İstatistikleri yayın no: 1415 Mayıs 1990

17- Özçelebi, O. Suat; Okuma Alışkanlığı ve Türkiye, Mili. Yay, Îst/90

18- A.g.e.

19- Gülle. a.g.e.

21 - Kaplan. Prof. Dr. Mehmet "Kitap ve Kütüphane" Kayraklar dergisi1987/5

22- Tercüman 29.5.991

23- 1990 Türkiye Kültür Sanat Yıllığı, T.Y.B. Yay. Ank. 1990

24- Işık İhsan; Kültürümüzün Kimliği. Ünlem Yay. İst 1991

25- Özemre, Prof. Dr. Ahmet Yüksel İlimde Demokrasi Olmaz. YeniAsya Yay, İst/991

26- Öztürk, M.;"Okumaya Acımak" Öğüt Dergisi Şubat 991. sayı 68

27- Gülle. a.g.e.

28- Karakoç. Sezai; Çağ ve İlham-I Diriliş; Yay. İst 1986. sh.189

29- Şahin, M.Abdülfettah; İnancın Gölgesinde, Nil Yay. İzmir/91 sh.246

30- Balzac

31- Mevlana; Mesnevi. Nahifi tercümesi. 4. kitap. Haz. Amil Çelebioğlu. Sönmez Yay. İst/1969 sh.56

32- Kurt. İhsan: “Bilgi, bilim ve zihniyetler” Milli Kültür. Eylül/1990 Sayı:76 sh.74