16 Haziran 2008 Pazartesi

Seyyah Kelimeler



Seyyah Kelimeler

Bütün dillerde, birçok kelime başka dillere geçmiş, denizler aşırı ülkelere seyahat etmiştir. Bazıları gittikleri yerlerde vatan tutup kalmış âdeta evlenip çoğalarak bir kelime topluluğu meydana getirmişlerdir. Bazıları kök atıp bir aile meydana getiremedikleri için yok olup kaybolmuş, arkalarından bir nesil bırakamamışlardır. Bir kısım kelimelerin, kendileri veya torunları tekrar kendi memleketlerine döndüklerinde öyle bir hüviyet değişikliğine uğramışlardır ki, artık tanınmaz bir hâl almışlardır...Bu gerçek bütün dil âlimlerince bilindiği halde, bizde bilinmemezlikten gelinmiştir. Bu fıtrî kanuna karşı, bilerek veya bilmeyerek gözlerini yumanlar, dilimizde yerleşip kökleşmiş, renk renk meyve vermiş binlerce kelimeyi, yabancı sayarak lügatlarımızdan ve dillerimizden atmak istemişlerdir. Fakat yepyeni sürgünlerle, taptaze fidanlarla en ücrâ yerlerimize kadar giren bu kelimeleri ve onlardan meydana gelen kelime ailesini sürüp çıkarmanın imkânsızlığını görünce bu sefer, bütün kelimelerin bizim dilimizden çıktığını bütün dünya dillerinin Türkçeden doğduğunu iddia etmeye başlamışlardır.Bunun neticesinde meydana gelen garabetleri önceki sayılarda arzetmeye çalışmıştım. Bu sayıda da bir başkasına işâret ettikten sonra, bir çok ülkeyi gezip dolaşan bazı kelimelerden bahsetmek istiyorum."Yafetik Okul"u kuran Rus dil bilginlerinden Nikola Marr (1865 - 1934)'dan "rahmetli Marr" diye "Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu" isimli eserin 1. cildinin 5. sayfasında bahseden Prof. Naim Hâzım Onat, imparatorluğumuzun hâkim olduğu dönemlerde Türkçeden Arapçaya ister istemez giren kelimeleri delil getirerek aslında Arapçanın Türkçeden doğduğunu isbata kalkışmış ve bu mevzuda 1944'de büyük hacimde adı geçen eseri neşretmiştir. Bu eserden gâye güneş dil teorisini desteklemekti....Otobüs kafilesiyle hacca giderken bir kavga ile karşılaşan bir hoca efendi şöyle demişti. "Ayıralım diye Arapça bağırıp çağırarak kavga eden bir kalabalığın içine girince, oradaki vatandaşlarımızdan birisi bana —"Lâ tükarışhâ!"Yani kavgaya karışma diye engel olmak istemişti..." Burada karışmak masdarından gelen kelimenin Arapça kalıba uydurularak "neni hâzır" siğasına nakledildiğini görüyoruz. Şimdi bunun gibi Arapça "telfene" "telefon etti" demektir. O zaman Arapçanın Yunanca'dan doğmuş olduğunumu iddia edeceğiz. Araplar telefona "hâtif derler ama, "tilifun" diye de kullanırlar. Nitekim "mibsâr" dedikleri yunanca asıllı televizyona da "tilifizyun" derler. Hatta bu kökten olmak üzere kullandıkları "Telfeze" kelimesi uzaktan görüş demektir.Gorci Zeydan diyor ki: "Arapça fiillerden büyük bir kısmının câmid isimlerden çıktığı ve aslında yabancı bir kelime olup sonradan arapçalaştırıldığı gözden gizli kalmıyacak bir hakikattir. Meselâ, Felsefe, tefelsefe gibi... Bunların aslı Philosofia kelimesidir ki Philia "sevgi", Sofia, "hikmet" köklerinden birleşmiştir. Bu çeşit kelimeler Arapçada çoktur, bunlardan en çoğu Farsça, Yunanca, Lâ-tinceden alınmıştır. Diller eğreti kelime almak ihtiyacından hiçbir zaman kurtulamaz. Halkın "istif etti" yerinde kullana-geldiği"settefe" kelimesini sözlüklerde göremeyiz. Anlaşıldığına göre bu da, her ikisi de aynı köke dayanan "Stow" "Stuff'tan alınmıştır. Halkın bunu ingilizlerden aldığı büyük bir ihtimalle söylenebilir. Biz kelimelerin göç hikâyelerini dinlerken, göçmen insanların kıssalarını duyar gibi oluruz.Meselâ "şah" kelimesinin başına gelenler İran şahlarının başına gelmemiştir. Satranç oynasın oynamasın hemen herkes "şah mat" tâbirini bilir. Muârız şâha hücum ettiğiniz zaman "şah" diye ikaz e-der, gidecek yeri olmazsa "mat " der, oyunu bitirirsiniz. Arapça "mâte" öldü demektir. Ama artık kalıp halinde "şah mat" "şah öldü" demektir. Bir satranç tabiri olarak bunların birbirinden ayrılamıyacağı gibi, dilimize geçerken de böylece kalıplaştığı için kimse onun yerine "şah öldü" demez. Ortaçağ'da satranç oyunu Acem diyarından kalkıp Frenk diyarına göç ettiği zaman "şah mat" sözünü de beraber götürdü. Satranç bugün belki oyunların kralıdır, ama Ortaçağ Avrupasında ancak kralların oyunu idi. Şu var ki, "şah mat'taki "şah" sözü, "zarar, ziyan, mağlubiyet" mânâsıyle şatolardan aşıp halka karıştı. "Şah" kelimesi eski Fransızca'da "escheque, eschec" yazılıp "eşek" diye okunmuştur. (Bunun satrançtaki "at"la bizim "merkeb"le, hiç bir alâkası yoktur.) Orta İngilizce'de "escheque" baştaki harflerin düşmesiyle "checque" haline gelmiştir. Derken "check" (çek) diye yazılmaya başlanmış, mânâsı da "zarar ziyan"-dan "kontrol, tevbîh'e intikal etmiştir.Arkası çorap söküğü: "check" kontrol demek olduğuna göre, "kontrol altındaki para" için" chekkere" denmiştir. Derken "kontrol, murabeke" altındaki paranın veya bir kısmının ödenmesi için verilen yazılı emre de "check" adı verilmiştir. Ve bugün yalnız İngiliz bankalarında değil, bütün dünya bankalarında harıl harıl çekler alınıp veriliyor. İnsan şah adını düşünüyor da şu "çekilenler" pişmiş tavuğun başına gelmez diyor.Şimdi soralım: Bu kelimelerin aslı, hâlis muhlis Farsçadır diye İranlılar para yerine geçen kâğıt parçasını hükümdarlarının adı ile mi çağırsınlar? Alış-verişlerinde "çek" yerine "şah"mı istesinler?Birinin kalkıp "üstad"ın aslı Türkçe "usta"dır. Acemler "usta" demeyi beceremedikleri için "üstad" demişlerdir. Öyleyse biz de onların kelimesini dilimizden atalım demesi uygun değildir. Bir kere "usta" ile "üstad" yapışık kardeşler gibi birbirinin aynı değildir; aralarında ince bir fark vardır. "Usta" belki Acemistana buradan gitmiştir. Ama üstad olarak vatana dönmüştür. "Usta" diye bir "zanaaf'ta mâhir olana denir. "Üstad" ise bir ilim veya sanatta üstün yeri olan kimsedir.Diğer yandan, aslında "zanaat", "sanat"ın taşra ağzı ile telâffuzundan ibarettir. Fakat aralarında mânâca bir nüans mevcuttur. "Türkçe sözlük'e göre "zanaat", "maddeye dayanan ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan ve az çok el mahâreti isteyen muayyen bir iş''tir. Demircilik, marangozculuk, gibi "Sanat" bu mânâya gelmekle beraber bir mânâ daha taşır; hoşa gidecek, hayranlık uyandıran bir âhenk veya ifâde kullanma işi: Selimiye Camii, yüksek bir sanat eseridir. Selimiye kışlasında hiç sanat yoktur. Şu halde, "zanaat" yerine "sanat" diyebiliyoruz, fakat sanat yerine her zaman "zanaat" diyemiyoruz.Bazı kelimelerin hakiki etimolojilerine indiğimiz zaman, bunlar bazen birer heyecanlı tarih sayfası kadar insanı cezbederler. Meselâ, Almancaya, Lehçe'ye, Fransızcaya, İngilizceye ve daha pek çok dillere girmiş olan "horde" kelimesi Türkçe "ordu"dan gelmedir. İnsan ne zaman bu kelimeyi bir ecnebi dilde görse, gözünün önüne, başlarında tolgaları, ellerinde kılıçlarıyla heybet ve haşmet saçan atlı akıncılarımız gelir."Hakî" kelimesi Hintçe'dir. 1850 yıllarında Hindistan'daki "İngiliz Guide Corps"u beyaz üniformalarını kamufle etmek maksadıyle onları toz toprağa bularlardı. Yerliler İngilizlerin bu kılıklarına bakıp "tozlu" manasına "khaki" dediler. Demeleriyle tutması bir oldu. Yalnız İngilizler değil bütün dünya bu Hintçe kelimeyi kendi öz diline mâl etti.I. Dünya Harbi'nin en kritik devresinde İngilizler zafer ümitlerini gizli bir silâha, tanka bağlamışlardı. Fakat bu silaha daha bir ad bile bulamadan onu Fransa'ya sevketmek gerekiyordu, —seri ve gizli olarak düşmanı avlamak şarttı— Alman ajanlarını aldatmak için tahta ambalajların üzerine iri puntolarla "su haznesi" mânâsına "TANK" diye yazdılar. Ajanlar yanıltıldı, ithilaf devletleri cepheyi yardı, savaş kazanıldı ama isimsiz silahın adı "tank" kaldı. İngiliz gemicisi Kaptan Cook 1770'de Avustralya'ya çıkıp ta önden cepli, yandan kollu, uzun bacaklı, hop hop giden garip hayvanlarla karşılaşınca hayretler içinde kalır, yerlilerden birisine hayvanın adını sorar. O da "ne söylüyorsun, anlamıyorum" mânâsına "kan—gu—ru" diye cevap verir. Öteki (Cook) memnun, hayvanın adını İngilizce imlâsı ile "kangaroo" şeklinde deftere geçirir. Halbuki Avustralya yerlilerinin kendi dillerinde kangurunun adı. "wallabi"dir.Arapça'da "şafak" "güneş batmasından sonraki alacakaranlık" mânâsınadır. Halbuki Türkçe'ye "tan zamanı" yani güneş doğmadan evvelki alacalık diye geçmiştir. Böyle tam ters mânâsıyla dilimize geçmiş başka kelimelerden bahsederken İsmail Habib Şevük şöyle der: "Farsça'da "ön" mânâsına gelen "piş''i biz "peşimden gel" diye "arka" mânâsına kullanırız. Arablar "hala"yı "teyze" mânâsına kullandıkları halde biz onu ananın kız kardeşliğinden çıkarıp babanın kardeşi yaptık. Farsça, "serbest'in "başı bağlı" demek olduğu meydanda iken biz onu tam tersine "başı boş" hale getirdik.""Poyraz"ı "şimal rüzgarı" mânâsına "boreas"tan dilimize aktardığımız gibi daha nice yabancı kelimeleri böyle asıl veya değişik mânâlarıyle alıp söylenişiyle dilimize uydurmuşuzdur. O kadar ki, o dilin sahihleri bile anlayamaz. Meselâ: Çamaşır (câme—şuy); "çorap"(çeyrep); "patlıcan" (bâdingâh); "çarşaf (çadır—şeh); "çapraz" (çeburast); "sarnıç" (sihriç); "tandır" (tennur); "mahmuz" (mihmaz); "perşembe" (penç—şenbeh); "hoşaf (hoş—ab); demektir. Şimdi "hoş—ab"a bakalım. Farsça "hoş su" demeye geliyor. Ama biz hoşafı içerken ne etimolojisini ne de başka bir dilden geldiğini düşünürüz. Çünkü icabında "hoşafın suyu" sözünü bile söyleriz. Halbuki bu "hoş su suyu" demek olur. Bizim tabirimiz hoştur ama bazan haşivlerin hoşa gitmeyeni de olur.Bazı kelimeleri fonetik bakımdan olduğu gibi bırakmışız, yani şekil ve telâffuzlarına dokunmamışız da, semantik değişikliğe uğratmışız. İsmail Habib Sevük: "Farsça'da "pehl" asker, "vân" ise muhafız mânâsına geldiği için ikisinin birleşmesinden hâsıl olan "pehlevan" onlarda "kumandan" demekken biz kispeti giydirip onu güreş meydanına çıkardık" diyor. İsmail Hamu Danişmend de yazılarından birinde şu enteresan misalleri verir: "Bizdeki (itibar) Arapça'da (ibret almak), bizim (hile) onlarda (çâre,tedbir) bizdeki "imzâ" orada (geçirmek)tir. Arapça'da "halt", karıştırmak demektir. Halbuki biz "halt karıştırmak" şeklinde yeni bir ifade ortaya koymuşuz.Bütün bunlardan çıkan netice şudur ki, milletimizin şu veya bu yollarla başka dillerden devşirdiği lisan değirmeninde öğüttüğü, milli zevk süzgecinden geçirdiği ve seve seve kullandığı bütün kelime ve tabirleri Türkçe saymak mecburiyetindeyiz.

Kelimelerin Kökleri



Kelimelerin Kökleri / Safvet SENİH

Bazıları, bir kelimeyi anlamak ve yerinde kullanabilmek için o kelimenin etimolojisini bilmek gerektiğini iddia ederler. İlk bakışta insana inandırıcı gibi görünen iddialarını biraz incelemeye tabi tutunca, bunun şart olmadığını anlayabiliriz.Bir kelimenin manasını ve bugün ne şekilde kullanıldığını iyiden iyiye öğrenebilmek için mutlaka çok derinlere gitmeye gerek yoktur. İngiltere ve Amerika’da etimologlar ve bazı filologlar hariç, hemen hemen hiç kimse bütün kelimeleri geniş bir aile grupları halinde öğrenemezler. Mesela, “Lady” kelimesinin etimolojik olarak “somun yoğurucu manasına Eski İngilizce “hlaefdiqe” den geldiğini ve “dough” (hamur), “dairy” (süthane) gibi Anglosakson ve Eski İngilizce asıllı daha pek çok kelimeyle akraba olduğunu dil bilginlerinden başka kimse bilmez. Yazarların her halde çoğu “lord” un Eski İngilizce’ de ‘hlafward (somun muhafızından) geldiğini, “warden” (gardiyan) ve “steward” (önceleri “domuz bekçisi”, şimdi “metrdotel” “kamarot”, “ayvaz” v.s.) kelimeleriyle aynı kökten olduğunu bilmezler. “Reward” (mükafat) kelimesinin ise Eski Fransızca “reguarder” den geldiğini hiç bilmezler. Bir kelimenin etimolojisini bilmek o kelimeyi daha anlamaya ve tam yerinde kullanmaya mutlak olarak yardım etmediği gibi, bazan insanı şaşırtabilir de... “Cynic” kelimesini ele alalım; Grek felsefesinde “cynicler” yegane iyiliğin fazilet olduğuna inanan, bunu sağlamak için de nefse hakimiyet ve hürriyet salık veren filozoflardı. Köpeklerin ne kadar sadakatli ve fazilet sahibi hayvanlar olduğunu düşünürsek bu felsefe mektebinin ismini niçin Grekçe “kynikos” (köpek) ten almış olduğuna şaşmayız. Gelgelelim kelime bu manaya takılıp kalmıyor. Bir zaman sonra, “cynic” namiyle anılan filozoflar örf ve adetlerin ve cari felsefelerin şiddetli tenkitçileri olarak tanınıyorlar. Modern “cynic” kelimesi işte bu ikinci manadan doğuyor. Şimdi bu adama cynic denildiği zaman kedisinin herşeyi kötü gözle gören, başkalarını hareketlerinde daima menfaat gizli olduğuna inanan bir kimse olduğu manasını çıkarırız. Cynic kelimesinin manaca artık ne köpekle, ne de köpeklikle hiç bir ilgisi yoktur. Ama bizde etimoloji bilgisi çok, mantık bilgisi kıt birisi çıkar, cynic yerine (köpeksi) dememizi tavsiye eder. Halbuki, mesela “Hocam sözlerinizde bir “cynisme” saklı, yerine “Hocam, sözlerinizde bir köpeksilik saklı,” demeye bu milletin sadece milli zevki değil, milli terbiyesi de müsaade etmez.Aynı şekilde “uslu” kelimesindeki “us” (akıl) köküne bakılarak bu kelime “akıllı” manasına kullanılamaz. “Uslu” ile “akıllı” arasındaki farkı yalnız uslu çocuklar değil, yaramazları bile bilir. İnsanların gelişip olgunlaşacağını kabul ettiğimiz gibi dil ağacının kelimelerinin de kemale ereceğini kabul etmemiz gerekir.Bir adamın adının Aslan, Korkmaz yahut Satılmış olmasına bakarak o insanın nasıl aslan, korkmaz yahut satılmış olduğuna hükmedemezsek, bir terimin lafzına bakarak da o terimin manasını anladık diyemeyiz. “Sürrealizm” terimi bize eğer bir şey söylemiyorsa, “gerçeküstücülük’’ de söyleyemez. “Gerçeküstü” ne demektir? Sanatta kübizm, fütirizm, fovizm, ekspresyonizm, hepsi gerçek üstü değil mi? Fauvisme (fovizm) “vahşi hayvanlık” demektir. Halbuki, Matisse’ in, Rouault’nun, Derain’in vahşi hayvanlıkla ne alakaları vardır? Onlara bu adı veren san’at tenkidçisidir. Bu tenkidçinin bile “vahşi hayvanlık” la alakası yoktur. “Vahşi renkler” kullanmak başka “vahşi hayvanlık” başkadır.Terime bakıp, terim uydurma laubaliliğinden kurtulup terimlerin aslını, manasını öğrenelim. Yoksa Peyami Safa’ nın da belirttiği gibi mesela; “benimiçincilik” hiç bir zaman “egocentrisme” karşılığı olamaz. Söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın. Biz hemen herşeyde olduğu gibi, etimoloji bahsinde de ne ifrat ne de tefrit taraftarıyız. Bütün kelimelerin etimolojisini herkese öğretmeye kalkışmak ne kadar fuzuli bir emek olursa, hiçbirimize hiç etimoloji öğretmemekte o derece yanlıştır. Arapça ve Farsça’ nın bazı temel gramer kaidelerini öğrenmek her Türk münevveri için lüzumlu olduğu gibi, en sık geçen Grekçe ve Latince kökleri bellemek de faydalıdır. Hele beynelmilel ilmi terimlerin çoğu Grekçe kök ve eklerden yapıldığı için, biz de o kök ve eklerin hiç olmazsa en mühimlerinden bazılarını öğrenmek mecburiyetindeyiz. Evet biz Siyavuşgil’ in dediği: “Kulaklarımız, kelime ve cümlelerin yedi göbek ötesinden gelen şehadetlerle değil, musikisinde, duygu ve fikirle uslubun tam kaynaşmasından süzülen ahenktedir.” anlayışını kabul ediyoruz.Yoksa bir kelimenin kökünü bilmezsek onu doğru kullanamayız, anlayışını bir anlık kabul edersek bile bu fikri kabul edenlerden mesela Nurullah Ataç’ın açık mektubunda geçen kelimeler de bir sürü izah isteyecek. “Kelime” karşılığı kullandığı “tilcik” teki “til” köküne ne diyelim. Bunun manasını kaç kişi biliyor? “Tilcik” i nasıl yerinde kullanacağız? Ya “ücük” (harf) “nen” (şey), “yoru” (mana) ve daha binlercesini? Hepimiz bu ölü kökleri bellemeye kalkarsak milletçe belki etimolog oluruz ama başka hiç bir şey öğrenmeye ve yapmaya vaktimiz kalmaz.Bir de dilimizde “etmek’’ li fiiller var. Bunların da kökü yabancıdır diye atamayız. Yazı üslubu, her moda gibi zamanla değişebilir. Şimdi hemen bütün dünyada cereyan, sade dile doğrudur. Halk Türkçesiyle de edebiyat olur. Fakat “sade” olsun dersen Türkçe’ yi fakirleştirmeye hele avamfiripçe bir davranışla aşağı bir seviyeye düşürmeye hiç hakkımız yoktur. Evet öz Türkçe’ dir diye, fikrimizi tam anlatmaktan uzak olan kelimeleri (fiilleri) kullanmak doğru olmuyor. Sevmek: teşhir etmenin; çoğaltmak: teksir etmenin, çektirmek: istifa etmenin karşılığı olamaz (işten el çektirmek de manayı karşılamıyor.). Böyle gayretkeşlikler, üç aylık kurstan sonra ecnebi bir dille konuşmaya çabalayanların ibtidailiklerini hatırlatıyor. Her millet gibi biz de kendimizi dünyadan hariç düşünemeyeceğimize göre, doğudan da batıdan da, kuzeyden de, güneyden de “etmek” li fiiller dilimize girmeye devam edecektir. Öteden beri, milletimiz için iki şık vardı: “Ya “etmek” siz kabile hayatı, veya “etmek” li medeniyet bütün dikenlere rağmen “gül” ü ‘‘kediotu” na tercih ederiz.Şimdi bunlardan bazı misaller verelim:

(1) Mezcetmek: (katıştırmak)Kanuni Süleyman’ın ihtişamı ile Sinan’ın dehasını mezceden bu İslamiyet Abidesi binlerce Müslüman ile dolup taştı.Bu iki sistemin mantığı ve oyun kaideleri birbirlerinden tamamen farklıdır. Bunları mezcetmeye imkan yoktur.

(2) İlzam etmek: (cevap veremez hale getirmek)Bu nurani simalar ne güzel konuşuyorlar. Ne tatlı telmihler, ne ince nükteler, ne yumuşak cinaslarla karşı tarafta bulunanları ilzam etmeye çalışıyorlar.O, isticvabında, gerek muhakemede akılları durduracak bir soğukkanlılıkla kendini ve davasını müdafaa etmiş ve en güçlü hâkimleri ilzam edecek, iddia makamını tereddüde düşürecek cevaplar vermişti.

(3) Cerhetmek: (çürütmek)Bu mecmuanın o çarpık teoriyi cerheder tarzda kaleme alınacak bir makaleyi neşre amade olduğu haberi de memnuniyet uyandırıcı bir şey.Bazıları hiç araştırmadan kendilerine telkin edilen faraziyeleri cerhedilmez bir hakikat sanıp, hür düşüncelerinin emin yerde bulunuşu ile öğünüyorlar.

(4) Cehdetmek: (çabalamak)Eğer milletin ıstırabından doğma bir şuurun ateşinde dövülmüş bir çelikten irade, bütün bu perişan emelleri, bu dağınık cehdleri bir araya toplayıp bir hedefe doğru sevketmezse, encamımız nereye varır?Daima ileriye doğru cehd ve gayret etmedikçe ve zaman terakkiyatından faydalanamadıkça muvaffak olamayız ve yaşayamayız.

(5) Heder etmek: (boş yere harcamak)“Kurt geldi, bir koyun daha kaptı!” kabilinden bir anlayışla millet evlatlarını heder edemeyiz.Gelecek nesilleri düşünmeden, elimizdeki imkan ve nimetleri heder etmeye hakkımız var mı?

(6) Empoze etmek: (zorla yaptırmak) Tekniğin, fizik-maddi ilimlerin tekamülü, son keşifler, daimi sulhu sağlayacak bir organizasyonu insanlığa empoze edecek güçte midir?Gururlarını empoze ederek, insanlar saygı toplayabilirler mi?

(7) İhtida etmek: (müslüman olmak, hidayete —doğru yola— girmek)Hidayete mazhar olarak “Mir Reşid” namını alan Zaharyadis Efendi, ihtidasından evvel Fener Patrikhanesinin baş vazifelisi idi.Maurice Bucaille, Kaptan Cousteau, Roger Garaudy ve Hans Aiberg gibi meşhurların ihtida etmesi Batıda müslümanlığın yayılmasını bilhassa Fransa’ da kiliselerin camiye çevrilmesine sebeb olmuş, bu vaziyet hristiyan çevreleri korkuya düşürmüştür.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Yahya Kemal Yılı


2008 Yahya Kemal Yılı İlân Edildi
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2008'i 'Yahya Kemal Yılı' ilan etti. Yıl boyunca büyük şairle ilgili uluslararası sergi ve sempozyumlar düzenlenecek. 2008'in, Türk şiirinin en önemli ustalarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı'nın ölümünün 50. yılı olduğunu belirten Kültür ve Turizm Bakanı, bu vesile ile büyük şairin daha iyi tanınacağını ve anlaşılacağını umuyoruz dedi.
Kültür ve Turizm Bakanı, yıl boyunca üzerinde duracakları kapsamlı projeyi bir cümle ile özetliyor: "Yahya Kemal'i geleceğe taşımak!" Genç kuşaklara Yahya Kemal'i anlatmanın en iyi yollarından birinin de doğum veya ölüm yıldönümleri olduğu düşünülüyor, onun şiirinin ve düşüncelerinin, bugünün insanında, eski deyişle 'ma'kes' bulacağını belirtiyor. Beyatlı ile ilgili uluslararası sergi ve sempozyumlar yapılacağı, prestij ve armağan kitaplar yayınlayacaklarını söyledi. Doğu-Batı sentezi üzerine, Osmanlı'nın yıkılışı, Cumhuriyet'in kuruluşu dönemlerinde yazmış olduğu önemli yazıları var. Bunlar ışığında bilimsel tartışmalar yapacağız. Şiir kitaplarını yeniden basacağız. Bestelenmiş şiirlerini CD olarak yayınlayacağız. Şiirlerinden yeni besteler yaptıracağız." dedi…

Kaşgarlı Mahmut, 2008'de Dünya Çapında Anılacak


Kaşgarlı Mahmut, 2008'de Dünya Çapında Anılacak
UNESCO, 2007 yılının Mevlânâ Yılı olması tavsiye kararını alırken, 2008 ve 2009 yıllarını da Türk kültür ve tarihinin 3 önemli şahsiyetine ayırdı. UNESCO tarafından Kaşgarlı Mahmut yılı ilan edilen 2008'de Kültür Bakanlığı ve Türk Dil Kurumu birçok etkinlik gerçekleştirmeyi planlıyor. UNESCO, 2008'i 1000. doğum yılı münasebetiyle Kaşgarlı Mahmut yılı ilan etti. Bu senenin, ilk sözlüğümüz ve dilbilgisi kitabımız Divanü Lûgati't-Türk'ün yazarı Kaşgarlı Mahmut adına kutlanacak olması, Türk dili ve Türk kültürü açısından önemli bir kazanç olarak görülüyor. Yazılışı, içeriği ve tek nüshasının bulunuşu bile belgesel filmlere konu olabilecek Divanü Lûgati't-Türk'ün ve yazarı Kaşgarlı Mahmut'un ülkemizde ve dünyada tanıtımı için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türk Dil Kurumu tarafından çalışmalar başlatıldı.
2008 yılının Kaşgarlı Mahmut Yılı olması tavsiye kararını alan UNESCO, 2009 yılının da Kâtip Çelebi ve Hacı Bektaş-ı Veli'ye ayrılmasını onayladı. Hacı Bektaş-ı Veli, UNESCO'nun kendi isteği ile listeye alındı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü, UNESCO'ya müracaat ederek, 2008 yılında Nasreddin Hoca ile Kaşgarlı Mahmut'un 1000. doğum yıldönümlerinin, Kâtip Çelebi'nin de 2009 yılında 400. doğum yılının tüm dünyada kutlanmasını teklif etmişti. Bakanlığa komiteden cevap geldi. UNESCO Türkiye Milli Komitesi, Nasreddin Hoca'yı dışta bırakarak, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın Kaşgarlı Mahmut ve Kâtip Çelebi için yapılan müracaatını kabul etti. UNESCO, bakanlığın teklifi içerisinde yer almayan Hacı Bektaş-ı Veli'nin de 2009'da Kâtip Çelebi ile birlikte anılmasını kararlaştırdı.

Hemen değilse ne zaman?

Selami Penbe
"Dünle beraber gitti düne ait ne varsa cancağızım.
Bugün artık yeni şeyler söylemek lazım."

Paradigma; bugün,değişim sözcüğünüm bir parçası haline gelmiş,fakat eksik olarak kullanılmaktadır.Anlam olarak,yeni bir fikir ya da fikirler kümesi, bir alışkanlık kümesi,bir stil ve hatta bir gelenek ya da ön yargı kümesi anlamına geliyornuş gibi kullanılır.Bir paradigma bütün bunların hepsini kapsar ama daha fazlasını içerir.
Paradigma;en derinlerde sahip olduğumuz bilinçsiz varsayım ve değerleri kucaklayan bütün kavramsal çerçeveyi ifade etmektedir.Paradigmalar o kadar derindedir ki,görecek olduğumuz şeyleri bile onlar belirler.
Paradigmasız yapamayız.Onlara gerçekten ihtiyacımız vardır.Kelimenin tam anlamıyla beyinlerimize sarmalanmışlardır.Bir paradigmaya en başta iş görebilmek için ihtiyaç duyarız,ama tehlike de paradigmamızın içine tıkılıp kalmamızdır.
Bilim (mesela eğitim) kendi paradigmasının içinde değiştirilemez.Oyunun kurallarını değiştirmek için bu kuralların dışına çıkmak gerekir.Mevcut yapılan içinde yetişmiş ve bütün kariyerlerini bunları nasıl kullanacaklarını öğrenmeye yatırmış olanlar için bu çok zor birseydir.
Paradigmamızı değiştirmek için beyinlerimizi yeniden kurmamız gerekir.Bizler ancak bir felaketle karşılaştığımızda,eski yapılar kesinlikle işlemez hale geldiğinde, paradigmamızı değiştirmeye eğilimli oluruz.Paradigmamızı değiştirmemiz, düşüncemizin temelinde yatan düşünce biçimini değiştirmemiz anlamına gelmektedir.Paradigmasını değiştirmek isteyenler;
kendilerini,
dünyayı,
insan ilişkilerini
bütünüyle yeni bir tarzda görmeye başlamaları gerekir.Kısaca odadaki eski mobiyaların yerini değiştirmekten çok odanın kendisini değiştirebilecek konuma gelinmiş demektir.Bunun anlamı, yeni bir tarzda düşünmeyi öğrenmek beynin bütün düşünme kapasitesini kullanmayı bilmektir.

"Hemen değilse ne zaman?"

"Eğitimde en zor olan şey,yanlış bilgiyi doğruyla değiştirmektir."
Selamlar(selami)

Aytmatov:Türk öğretmenler bana roman kahramanlarımı hatırlatıyor


Türk öğretmenler bana roman kahramanlarımı hatırlatıyor
Dağların kucağında bulunan benim ülkemin adı Kırgızistan. Eskiden beri halkımız yazıp çizse de bunların hiçbiri genel eğitim niteliği taşımamıştır. Çocuklarının eğitiminde daha çok büyüklerin güzel sözleri, tabiatın özü ve folklor eserleri kullanılagelmiştir. Bunda dinin de az çok rolü vardır. Sovyet döneminde eğitim Kırgızlar arasında toplu bir nitelik kazanmıştır. Bilim ve teknolojinin gelişmesine rağmen o dönemin sonlarına doğru bütün toplum kucaklayıp gelişememiştir. Bunun esas sebebini, Sovyet halkını, dünyadaki gelişmelerden uzak tutarak Batı ve Doğu medeniyetini SSCB adındaki büyük oluşuma getirmemek için gösterdikleri büyük çabada görüyorum. Dünya başka yolla ilerlerken biz kendi yolumuzu bulamadan takılıp kaldık. Bu durum, totaliter-merkezî ve dünyaya kapılarını kapamış ülkelerin büyük bahar buzları gibi eriyerek ayrı ayrı kendi başlarına buzdağına dönüşmelerine sebep olmuştur.
Bizim buzdağına en önce Türkiye Cumhuriyeti'nin, özellikle de eğitim alanında faaliyet gösteren, geleceği düşünen, gelişmeye açık insanlarının el uzattıklarını nasıl unutabiliriz? O zamanki cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal'ın dehası önünde tekrar tekrar eğilerek teşekkür etmemiz gerek. Çünkü bu adam, Mustafa Kemal Atatürk'ün vasiyetlerini yerine getirerek, kendi vatandaşlarının ata yurtlarına temiz kalp ve iyi niyet ile gelmelerine imkân sağlamıştır. Ben son yıllarda büyükelçi sıfatıyla Avrupa'da uzun süredir bulunuyorum, ihtiyar Avrupa'dan biraz boş vakit bulduğumda hemen ata yurduma, Kırgızistan'a gidiyorum. Vatanıma gelir gelmez ne tür gelişmeler ve yenilikler var diye soruyorum. Güzellikleri ve yenilikleri görünce kıvanç duyuyorum. Onların biri de Kırgız-Türk liseleridir. Her gittiğimde öğrencilerin ne kadar kaliteli eğitim aldıklarını görüp seviniyorum, okulları dolaşıyorum ve öğretmenlerle sohbet ediyorum. Benim en çok hoşuma giden şey, bu okullarda okuyan öğrenciler dört dilde; İngiliz, Türk, Rus ve Kırgız dillerinde akıcı konuşabiliyorlar, çağın dili olan bilgisayarda ise istedikleri işlemleri yapabiliyorlar. Bu okullar demokrasiye yöneldiğimiz, Batı ile Doğu'nun yarışarak ilerledikleri bu dönemde çağın ve günün anlamını, şeklini arayıp bularak gelecek nesillerimize tüm gücüyle sunan eğitim kurumlarıdır. Çağdaş dünyada insanlığa nasıl bir eğitim lazım ise, hangi bilim dalının geleceği var ise, insanlığın terbiyesinde hangi sıfatlar gerek ise, onların hepsini bu Sebat Kırgız-Türk liselerinin öğretmenlerinin, terbiyecilerinin vermeye muktedir olduklarını görebiliyorum. Gençlerimiz kesinlikle çok şeyler biliyor ve öğreniyorlar. Ben okul müfredatını incelediğimde bugün ve gelecek için aktüel olan ilim ve bilimi vermeye yönelik olduğunu gördüm. Bu okullarda her yönden çağdaş gelişmeye yönelik terbiye veren, eğiten öğretmenlere ve terbiyecilere bir büyük olarak her zaman başımı eğerek şükranlarımı sunuyorum. Bu okullar, Kırgız-Türk-Sovyet eğitim bilimi ile beraber tarihî ve çağdaş pedagojileri kaynaştırıp tüm dünyanın gelişmeye açık eğitim standartlarını Aladağlar (Tanrı Dağları) bölgesine getiriyorlar. Kırgızistan'ın, eğitim alanında dünyanın globalleşme sürecine 'Sebat' eğitim kurumlarının liseleri aracılığıyla girdiğini görüyoruz. Bu liselerin öğrencileri her sene uluslararası dünya bilim olimpiyatlarına katılarak 1.lik, 2.lik ve 3.lük gibi başarılara ulaşıyorlar. Geçmişte bunun gibi olaylara az rastlanırdı. Bu da Kırgız-Türk liseleri ile gelen başarının bir parçası, Aladağlar bölgesindeki erkek-kız bütün öğrencilerin dünya standartlarında eğitim aldıklarına dair delillerden biri, globalleşme denilen sürece katılmanın hızlandırılmış yoludur. 'Sebat' liselerinde şimdi üç binden fazla öğrenci eğitim görmekte ve buraları kazanabilmek için büyük rağbet var, bir kontenjana elli öğrencinin müracaatı, onların değerinin yıl geçtikte arttığının işaretidir.
Sebat liselerinde okuyan öğrenciler, dünyanın en son gelişmelerinden olan internet ile beraber, teoride gördüklerini pratikte de uygulama imkânına sahiptirler. Bu okulların mezunları, seçmiş oldukları branşlarında yurtdışında eğitimlerine devam etmektedirler. Örneğin, bugüne kadar 'Sebat'tan mezun öğrencilerin % 30'u Avrupa'da, % 8'i Amerika'da, % 4'ü Güney Asya ülkelerinde, % 15'i BDT'de, % 43'ü Kırgızistan'da yükseköğretim kurumlarında okumaktadırlar. Mezunların hemen hemen hepsi yüksek eğitim alıyorlar ve öğrencilerinin de terbiyeli ve edepli oluşu övünebilecek bir durumdur. Üniversitelerini tamamlayan öğrencilerimizin, vatanları olan Kırgızistan'da, ya kendi liselerinde ya da diğer alanlarda çalıştıklarına şahidim. Öğretmenler sınav ile işe alınır, Türk öğretmenler Kırgız öğretmenlerle, Kırgız öğretmenler de Türk öğretmenlerle ders verme teknik ve tecrübelerini paylaşarak, öğreterek, öğrenerek bu yönden büyük kazanç elde ediyorlar.
Kırgız-Türk liselerindeki öğretmenlerin idealleri uğruna yapmış oldukları fedakârlıklar, her türlü zor şartlara rağmen yılmayışları, bana roman kahramanım Öğretmen Duşen'i hatırlatıyor. Kırgız-Türk liseleri gibi eğitim müesseseleri, Orta Asya'daki Türkî cumhuriyetlerde, Sibirya bölgesindeki Türkçe konuşan halklarda, bir başka deyişle Anadolu Türklerinin ata yurtlarında, aktif bir şekilde açılıyorlar. Bunu da bizim yakınlığımızın, kardeşliğimizin derin köklerini ispatlayan bir olay olarak görüyorum. Bu fedakâr öğretmenler, Ak Gemi romanımda kaybolan çocuğu değil, Ak Asya'da kaybolmuş bir nesli arıyorlar. Ak Gemi'de kaybolan çocuğun nerede olduğunu kimse bilemez. Ama Ak Asya'da kaybolmuş bir neslin nerede olduğunu söylemem mümkün. İşte bu okullarda.
Not: Hafta içinde kaybettiğimiz büyük yazar Cengiz Aytmatov'un, kurucu üyesi ve onursal başkanı olduğu Diyalog Avrasya Platformu için kaleme aldığı yazı.

Fazıl Hüsnü Dağlarca: Türkçe içinizde çağlayan ses olsun

Fazıl Hüsnü Dağlarca: Türkçe içinizde çağlayan ses olsun
Türkçe olimpiyatlarına katılan ve çok güzel Türkçe konuşan 5 genç, Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı evinde ziyaret etti. Ziyaretin en duygulu bölümünü Dağlarca’nın gençler için yazdığı şiir oluşturdu.
Türkçe Olimpiyatları’na katılan 100 ülkeden yaklaşık 550 öğrenci, Türkiye’de devlet erkanından, sanatçı ve gazetecilerden pek çok önemli isim tarafından kabul edildi. Bu ziyaretlerin en anlamlılarından biri de Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yurtdışındaki Türk okullarında okuyan 5 farklı ülke gencinin buluşmasıydı. Yabancı çocukların çok iyi Türkçe konuştuğunu görünce duygulanan Dağlarca, “Türkçe, içinizde çağlayan ses olsun. Sizler sayesinde bu ses bütün dünyada yankınsın.” temennisinde bulundu. 100 yaşına merdiven dayayan Dağlarca; Amerika, Kolombiya, Moldova, Afganistan ve Estonya’dan gelen gençlerle şiir konuştu, Türkçenin ayrıcalıklı bir dil olduğunu anlattı. Dağlarca’nın gençlere bir de sürprizi vardı. Çocukların ziyarete geleceğini bir gün önce öğrenen şair, gece onlar için yazdığı bir şiiri hediye etti. Çocuklara da bu şiirin başka bir yerde yayınlanmayacağını söyleyip, ülkelerine döndüklerinde okullarının dergilerinde yayınlanmasını istedi.
Türkçe sevdalısı gençlere Türk dili öğrenmenin güzel; ama aynı zamanda zor olduğunu söyleyen Dağlarca, bu dili öğrenmek için önce edebiyatını derinden incelemek gerektiğini üstüne basa basa vurguladı. Türk edebiyatının sadece Cumhuriyet’ten sonra yazılanlarla sınırlı kalmadığını belirten Dağlarca, gençlerden divan edebiyatının odalarına girmelerini istedi. Türkçeyi, grameri mükemmel bir dil olarak nitelendiren usta şair, bu kurallara uymanın insanı yazıda, şiirde ve bilimde sesli kılacağını ifade etti. “Ben her şiirimi yazdığımda Türkçeyle ilgili bir adım daha atmış oluyorum” diyerek mükemmel Türkçe bilen birinin eğitiminin yarısını elde etmiş olacağını vurguladı.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türk edebiyatına meraklı gençlere şiir yazmanın inceliklerini de sıraladı. “Şiir yazmak o dilin içinden altın çıkarmaya benzer” diyen Dağlarca, genç şairlerin Türklerin tarihsel gelişimini bilmediği ve şiiri yaşamadıkları için iyi yazamadıklarından yakındı. Dağlarca, bir insanın şiir yazarken kendi mezarı üstüne kitabe yazma hissini duyması ve kendinden sonra o sözcüklerle yaşayacağını umması gerektiğine dikkat çekti. “Karşılığında bir yaşam verilmemiş her bir çaba değersizdir” diyen şair, gençlere şiir veya düz yazı yazmak için tüm hayatlarını bu işe vermeleri gerektiğini öğütledi.
Türkçe meraklısı gençlerin ‘Hangi şairleri okumamızı tavsiye edersiniz’ sorusuna dev çınar, Ahmet Muhip Dranas ve Cahit Sıtkı Tarancı’yı örnek gösterdi. Bu iki şairin Türkçenin dibini kazdığını anlatan şair ‘Cahit Sıtkı akşama kadar 5 satır şiir yazardı ve şiire bir kelime eklemek için saatlerce düşünürdü” yorumu yaptı. Cumhuriyetten bu yana büyük yazar sayısının 10 kişiyi geçmediğine, ancak kayıtlarda 10 bin kişi bulunduğuna değindi. Günümüz gençlerinin kendilerini gerçek şair Falih Rıfkı Atay’dan daha üstün saydıklarından da yakındı.
DİLEK GÜRAY

http://cumaertesi.zaman.com.tr/?bl=8&hn=5588