16 Haziran 2008 Pazartesi

Seyyah Kelimeler



Seyyah Kelimeler

Bütün dillerde, birçok kelime başka dillere geçmiş, denizler aşırı ülkelere seyahat etmiştir. Bazıları gittikleri yerlerde vatan tutup kalmış âdeta evlenip çoğalarak bir kelime topluluğu meydana getirmişlerdir. Bazıları kök atıp bir aile meydana getiremedikleri için yok olup kaybolmuş, arkalarından bir nesil bırakamamışlardır. Bir kısım kelimelerin, kendileri veya torunları tekrar kendi memleketlerine döndüklerinde öyle bir hüviyet değişikliğine uğramışlardır ki, artık tanınmaz bir hâl almışlardır...Bu gerçek bütün dil âlimlerince bilindiği halde, bizde bilinmemezlikten gelinmiştir. Bu fıtrî kanuna karşı, bilerek veya bilmeyerek gözlerini yumanlar, dilimizde yerleşip kökleşmiş, renk renk meyve vermiş binlerce kelimeyi, yabancı sayarak lügatlarımızdan ve dillerimizden atmak istemişlerdir. Fakat yepyeni sürgünlerle, taptaze fidanlarla en ücrâ yerlerimize kadar giren bu kelimeleri ve onlardan meydana gelen kelime ailesini sürüp çıkarmanın imkânsızlığını görünce bu sefer, bütün kelimelerin bizim dilimizden çıktığını bütün dünya dillerinin Türkçeden doğduğunu iddia etmeye başlamışlardır.Bunun neticesinde meydana gelen garabetleri önceki sayılarda arzetmeye çalışmıştım. Bu sayıda da bir başkasına işâret ettikten sonra, bir çok ülkeyi gezip dolaşan bazı kelimelerden bahsetmek istiyorum."Yafetik Okul"u kuran Rus dil bilginlerinden Nikola Marr (1865 - 1934)'dan "rahmetli Marr" diye "Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu" isimli eserin 1. cildinin 5. sayfasında bahseden Prof. Naim Hâzım Onat, imparatorluğumuzun hâkim olduğu dönemlerde Türkçeden Arapçaya ister istemez giren kelimeleri delil getirerek aslında Arapçanın Türkçeden doğduğunu isbata kalkışmış ve bu mevzuda 1944'de büyük hacimde adı geçen eseri neşretmiştir. Bu eserden gâye güneş dil teorisini desteklemekti....Otobüs kafilesiyle hacca giderken bir kavga ile karşılaşan bir hoca efendi şöyle demişti. "Ayıralım diye Arapça bağırıp çağırarak kavga eden bir kalabalığın içine girince, oradaki vatandaşlarımızdan birisi bana —"Lâ tükarışhâ!"Yani kavgaya karışma diye engel olmak istemişti..." Burada karışmak masdarından gelen kelimenin Arapça kalıba uydurularak "neni hâzır" siğasına nakledildiğini görüyoruz. Şimdi bunun gibi Arapça "telfene" "telefon etti" demektir. O zaman Arapçanın Yunanca'dan doğmuş olduğunumu iddia edeceğiz. Araplar telefona "hâtif derler ama, "tilifun" diye de kullanırlar. Nitekim "mibsâr" dedikleri yunanca asıllı televizyona da "tilifizyun" derler. Hatta bu kökten olmak üzere kullandıkları "Telfeze" kelimesi uzaktan görüş demektir.Gorci Zeydan diyor ki: "Arapça fiillerden büyük bir kısmının câmid isimlerden çıktığı ve aslında yabancı bir kelime olup sonradan arapçalaştırıldığı gözden gizli kalmıyacak bir hakikattir. Meselâ, Felsefe, tefelsefe gibi... Bunların aslı Philosofia kelimesidir ki Philia "sevgi", Sofia, "hikmet" köklerinden birleşmiştir. Bu çeşit kelimeler Arapçada çoktur, bunlardan en çoğu Farsça, Yunanca, Lâ-tinceden alınmıştır. Diller eğreti kelime almak ihtiyacından hiçbir zaman kurtulamaz. Halkın "istif etti" yerinde kullana-geldiği"settefe" kelimesini sözlüklerde göremeyiz. Anlaşıldığına göre bu da, her ikisi de aynı köke dayanan "Stow" "Stuff'tan alınmıştır. Halkın bunu ingilizlerden aldığı büyük bir ihtimalle söylenebilir. Biz kelimelerin göç hikâyelerini dinlerken, göçmen insanların kıssalarını duyar gibi oluruz.Meselâ "şah" kelimesinin başına gelenler İran şahlarının başına gelmemiştir. Satranç oynasın oynamasın hemen herkes "şah mat" tâbirini bilir. Muârız şâha hücum ettiğiniz zaman "şah" diye ikaz e-der, gidecek yeri olmazsa "mat " der, oyunu bitirirsiniz. Arapça "mâte" öldü demektir. Ama artık kalıp halinde "şah mat" "şah öldü" demektir. Bir satranç tabiri olarak bunların birbirinden ayrılamıyacağı gibi, dilimize geçerken de böylece kalıplaştığı için kimse onun yerine "şah öldü" demez. Ortaçağ'da satranç oyunu Acem diyarından kalkıp Frenk diyarına göç ettiği zaman "şah mat" sözünü de beraber götürdü. Satranç bugün belki oyunların kralıdır, ama Ortaçağ Avrupasında ancak kralların oyunu idi. Şu var ki, "şah mat'taki "şah" sözü, "zarar, ziyan, mağlubiyet" mânâsıyle şatolardan aşıp halka karıştı. "Şah" kelimesi eski Fransızca'da "escheque, eschec" yazılıp "eşek" diye okunmuştur. (Bunun satrançtaki "at"la bizim "merkeb"le, hiç bir alâkası yoktur.) Orta İngilizce'de "escheque" baştaki harflerin düşmesiyle "checque" haline gelmiştir. Derken "check" (çek) diye yazılmaya başlanmış, mânâsı da "zarar ziyan"-dan "kontrol, tevbîh'e intikal etmiştir.Arkası çorap söküğü: "check" kontrol demek olduğuna göre, "kontrol altındaki para" için" chekkere" denmiştir. Derken "kontrol, murabeke" altındaki paranın veya bir kısmının ödenmesi için verilen yazılı emre de "check" adı verilmiştir. Ve bugün yalnız İngiliz bankalarında değil, bütün dünya bankalarında harıl harıl çekler alınıp veriliyor. İnsan şah adını düşünüyor da şu "çekilenler" pişmiş tavuğun başına gelmez diyor.Şimdi soralım: Bu kelimelerin aslı, hâlis muhlis Farsçadır diye İranlılar para yerine geçen kâğıt parçasını hükümdarlarının adı ile mi çağırsınlar? Alış-verişlerinde "çek" yerine "şah"mı istesinler?Birinin kalkıp "üstad"ın aslı Türkçe "usta"dır. Acemler "usta" demeyi beceremedikleri için "üstad" demişlerdir. Öyleyse biz de onların kelimesini dilimizden atalım demesi uygun değildir. Bir kere "usta" ile "üstad" yapışık kardeşler gibi birbirinin aynı değildir; aralarında ince bir fark vardır. "Usta" belki Acemistana buradan gitmiştir. Ama üstad olarak vatana dönmüştür. "Usta" diye bir "zanaaf'ta mâhir olana denir. "Üstad" ise bir ilim veya sanatta üstün yeri olan kimsedir.Diğer yandan, aslında "zanaat", "sanat"ın taşra ağzı ile telâffuzundan ibarettir. Fakat aralarında mânâca bir nüans mevcuttur. "Türkçe sözlük'e göre "zanaat", "maddeye dayanan ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan ve az çok el mahâreti isteyen muayyen bir iş''tir. Demircilik, marangozculuk, gibi "Sanat" bu mânâya gelmekle beraber bir mânâ daha taşır; hoşa gidecek, hayranlık uyandıran bir âhenk veya ifâde kullanma işi: Selimiye Camii, yüksek bir sanat eseridir. Selimiye kışlasında hiç sanat yoktur. Şu halde, "zanaat" yerine "sanat" diyebiliyoruz, fakat sanat yerine her zaman "zanaat" diyemiyoruz.Bazı kelimelerin hakiki etimolojilerine indiğimiz zaman, bunlar bazen birer heyecanlı tarih sayfası kadar insanı cezbederler. Meselâ, Almancaya, Lehçe'ye, Fransızcaya, İngilizceye ve daha pek çok dillere girmiş olan "horde" kelimesi Türkçe "ordu"dan gelmedir. İnsan ne zaman bu kelimeyi bir ecnebi dilde görse, gözünün önüne, başlarında tolgaları, ellerinde kılıçlarıyla heybet ve haşmet saçan atlı akıncılarımız gelir."Hakî" kelimesi Hintçe'dir. 1850 yıllarında Hindistan'daki "İngiliz Guide Corps"u beyaz üniformalarını kamufle etmek maksadıyle onları toz toprağa bularlardı. Yerliler İngilizlerin bu kılıklarına bakıp "tozlu" manasına "khaki" dediler. Demeleriyle tutması bir oldu. Yalnız İngilizler değil bütün dünya bu Hintçe kelimeyi kendi öz diline mâl etti.I. Dünya Harbi'nin en kritik devresinde İngilizler zafer ümitlerini gizli bir silâha, tanka bağlamışlardı. Fakat bu silaha daha bir ad bile bulamadan onu Fransa'ya sevketmek gerekiyordu, —seri ve gizli olarak düşmanı avlamak şarttı— Alman ajanlarını aldatmak için tahta ambalajların üzerine iri puntolarla "su haznesi" mânâsına "TANK" diye yazdılar. Ajanlar yanıltıldı, ithilaf devletleri cepheyi yardı, savaş kazanıldı ama isimsiz silahın adı "tank" kaldı. İngiliz gemicisi Kaptan Cook 1770'de Avustralya'ya çıkıp ta önden cepli, yandan kollu, uzun bacaklı, hop hop giden garip hayvanlarla karşılaşınca hayretler içinde kalır, yerlilerden birisine hayvanın adını sorar. O da "ne söylüyorsun, anlamıyorum" mânâsına "kan—gu—ru" diye cevap verir. Öteki (Cook) memnun, hayvanın adını İngilizce imlâsı ile "kangaroo" şeklinde deftere geçirir. Halbuki Avustralya yerlilerinin kendi dillerinde kangurunun adı. "wallabi"dir.Arapça'da "şafak" "güneş batmasından sonraki alacakaranlık" mânâsınadır. Halbuki Türkçe'ye "tan zamanı" yani güneş doğmadan evvelki alacalık diye geçmiştir. Böyle tam ters mânâsıyla dilimize geçmiş başka kelimelerden bahsederken İsmail Habib Şevük şöyle der: "Farsça'da "ön" mânâsına gelen "piş''i biz "peşimden gel" diye "arka" mânâsına kullanırız. Arablar "hala"yı "teyze" mânâsına kullandıkları halde biz onu ananın kız kardeşliğinden çıkarıp babanın kardeşi yaptık. Farsça, "serbest'in "başı bağlı" demek olduğu meydanda iken biz onu tam tersine "başı boş" hale getirdik.""Poyraz"ı "şimal rüzgarı" mânâsına "boreas"tan dilimize aktardığımız gibi daha nice yabancı kelimeleri böyle asıl veya değişik mânâlarıyle alıp söylenişiyle dilimize uydurmuşuzdur. O kadar ki, o dilin sahihleri bile anlayamaz. Meselâ: Çamaşır (câme—şuy); "çorap"(çeyrep); "patlıcan" (bâdingâh); "çarşaf (çadır—şeh); "çapraz" (çeburast); "sarnıç" (sihriç); "tandır" (tennur); "mahmuz" (mihmaz); "perşembe" (penç—şenbeh); "hoşaf (hoş—ab); demektir. Şimdi "hoş—ab"a bakalım. Farsça "hoş su" demeye geliyor. Ama biz hoşafı içerken ne etimolojisini ne de başka bir dilden geldiğini düşünürüz. Çünkü icabında "hoşafın suyu" sözünü bile söyleriz. Halbuki bu "hoş su suyu" demek olur. Bizim tabirimiz hoştur ama bazan haşivlerin hoşa gitmeyeni de olur.Bazı kelimeleri fonetik bakımdan olduğu gibi bırakmışız, yani şekil ve telâffuzlarına dokunmamışız da, semantik değişikliğe uğratmışız. İsmail Habib Sevük: "Farsça'da "pehl" asker, "vân" ise muhafız mânâsına geldiği için ikisinin birleşmesinden hâsıl olan "pehlevan" onlarda "kumandan" demekken biz kispeti giydirip onu güreş meydanına çıkardık" diyor. İsmail Hamu Danişmend de yazılarından birinde şu enteresan misalleri verir: "Bizdeki (itibar) Arapça'da (ibret almak), bizim (hile) onlarda (çâre,tedbir) bizdeki "imzâ" orada (geçirmek)tir. Arapça'da "halt", karıştırmak demektir. Halbuki biz "halt karıştırmak" şeklinde yeni bir ifade ortaya koymuşuz.Bütün bunlardan çıkan netice şudur ki, milletimizin şu veya bu yollarla başka dillerden devşirdiği lisan değirmeninde öğüttüğü, milli zevk süzgecinden geçirdiği ve seve seve kullandığı bütün kelime ve tabirleri Türkçe saymak mecburiyetindeyiz.

Kelimelerin Kökleri



Kelimelerin Kökleri / Safvet SENİH

Bazıları, bir kelimeyi anlamak ve yerinde kullanabilmek için o kelimenin etimolojisini bilmek gerektiğini iddia ederler. İlk bakışta insana inandırıcı gibi görünen iddialarını biraz incelemeye tabi tutunca, bunun şart olmadığını anlayabiliriz.Bir kelimenin manasını ve bugün ne şekilde kullanıldığını iyiden iyiye öğrenebilmek için mutlaka çok derinlere gitmeye gerek yoktur. İngiltere ve Amerika’da etimologlar ve bazı filologlar hariç, hemen hemen hiç kimse bütün kelimeleri geniş bir aile grupları halinde öğrenemezler. Mesela, “Lady” kelimesinin etimolojik olarak “somun yoğurucu manasına Eski İngilizce “hlaefdiqe” den geldiğini ve “dough” (hamur), “dairy” (süthane) gibi Anglosakson ve Eski İngilizce asıllı daha pek çok kelimeyle akraba olduğunu dil bilginlerinden başka kimse bilmez. Yazarların her halde çoğu “lord” un Eski İngilizce’ de ‘hlafward (somun muhafızından) geldiğini, “warden” (gardiyan) ve “steward” (önceleri “domuz bekçisi”, şimdi “metrdotel” “kamarot”, “ayvaz” v.s.) kelimeleriyle aynı kökten olduğunu bilmezler. “Reward” (mükafat) kelimesinin ise Eski Fransızca “reguarder” den geldiğini hiç bilmezler. Bir kelimenin etimolojisini bilmek o kelimeyi daha anlamaya ve tam yerinde kullanmaya mutlak olarak yardım etmediği gibi, bazan insanı şaşırtabilir de... “Cynic” kelimesini ele alalım; Grek felsefesinde “cynicler” yegane iyiliğin fazilet olduğuna inanan, bunu sağlamak için de nefse hakimiyet ve hürriyet salık veren filozoflardı. Köpeklerin ne kadar sadakatli ve fazilet sahibi hayvanlar olduğunu düşünürsek bu felsefe mektebinin ismini niçin Grekçe “kynikos” (köpek) ten almış olduğuna şaşmayız. Gelgelelim kelime bu manaya takılıp kalmıyor. Bir zaman sonra, “cynic” namiyle anılan filozoflar örf ve adetlerin ve cari felsefelerin şiddetli tenkitçileri olarak tanınıyorlar. Modern “cynic” kelimesi işte bu ikinci manadan doğuyor. Şimdi bu adama cynic denildiği zaman kedisinin herşeyi kötü gözle gören, başkalarını hareketlerinde daima menfaat gizli olduğuna inanan bir kimse olduğu manasını çıkarırız. Cynic kelimesinin manaca artık ne köpekle, ne de köpeklikle hiç bir ilgisi yoktur. Ama bizde etimoloji bilgisi çok, mantık bilgisi kıt birisi çıkar, cynic yerine (köpeksi) dememizi tavsiye eder. Halbuki, mesela “Hocam sözlerinizde bir “cynisme” saklı, yerine “Hocam, sözlerinizde bir köpeksilik saklı,” demeye bu milletin sadece milli zevki değil, milli terbiyesi de müsaade etmez.Aynı şekilde “uslu” kelimesindeki “us” (akıl) köküne bakılarak bu kelime “akıllı” manasına kullanılamaz. “Uslu” ile “akıllı” arasındaki farkı yalnız uslu çocuklar değil, yaramazları bile bilir. İnsanların gelişip olgunlaşacağını kabul ettiğimiz gibi dil ağacının kelimelerinin de kemale ereceğini kabul etmemiz gerekir.Bir adamın adının Aslan, Korkmaz yahut Satılmış olmasına bakarak o insanın nasıl aslan, korkmaz yahut satılmış olduğuna hükmedemezsek, bir terimin lafzına bakarak da o terimin manasını anladık diyemeyiz. “Sürrealizm” terimi bize eğer bir şey söylemiyorsa, “gerçeküstücülük’’ de söyleyemez. “Gerçeküstü” ne demektir? Sanatta kübizm, fütirizm, fovizm, ekspresyonizm, hepsi gerçek üstü değil mi? Fauvisme (fovizm) “vahşi hayvanlık” demektir. Halbuki, Matisse’ in, Rouault’nun, Derain’in vahşi hayvanlıkla ne alakaları vardır? Onlara bu adı veren san’at tenkidçisidir. Bu tenkidçinin bile “vahşi hayvanlık” la alakası yoktur. “Vahşi renkler” kullanmak başka “vahşi hayvanlık” başkadır.Terime bakıp, terim uydurma laubaliliğinden kurtulup terimlerin aslını, manasını öğrenelim. Yoksa Peyami Safa’ nın da belirttiği gibi mesela; “benimiçincilik” hiç bir zaman “egocentrisme” karşılığı olamaz. Söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın. Biz hemen herşeyde olduğu gibi, etimoloji bahsinde de ne ifrat ne de tefrit taraftarıyız. Bütün kelimelerin etimolojisini herkese öğretmeye kalkışmak ne kadar fuzuli bir emek olursa, hiçbirimize hiç etimoloji öğretmemekte o derece yanlıştır. Arapça ve Farsça’ nın bazı temel gramer kaidelerini öğrenmek her Türk münevveri için lüzumlu olduğu gibi, en sık geçen Grekçe ve Latince kökleri bellemek de faydalıdır. Hele beynelmilel ilmi terimlerin çoğu Grekçe kök ve eklerden yapıldığı için, biz de o kök ve eklerin hiç olmazsa en mühimlerinden bazılarını öğrenmek mecburiyetindeyiz. Evet biz Siyavuşgil’ in dediği: “Kulaklarımız, kelime ve cümlelerin yedi göbek ötesinden gelen şehadetlerle değil, musikisinde, duygu ve fikirle uslubun tam kaynaşmasından süzülen ahenktedir.” anlayışını kabul ediyoruz.Yoksa bir kelimenin kökünü bilmezsek onu doğru kullanamayız, anlayışını bir anlık kabul edersek bile bu fikri kabul edenlerden mesela Nurullah Ataç’ın açık mektubunda geçen kelimeler de bir sürü izah isteyecek. “Kelime” karşılığı kullandığı “tilcik” teki “til” köküne ne diyelim. Bunun manasını kaç kişi biliyor? “Tilcik” i nasıl yerinde kullanacağız? Ya “ücük” (harf) “nen” (şey), “yoru” (mana) ve daha binlercesini? Hepimiz bu ölü kökleri bellemeye kalkarsak milletçe belki etimolog oluruz ama başka hiç bir şey öğrenmeye ve yapmaya vaktimiz kalmaz.Bir de dilimizde “etmek’’ li fiiller var. Bunların da kökü yabancıdır diye atamayız. Yazı üslubu, her moda gibi zamanla değişebilir. Şimdi hemen bütün dünyada cereyan, sade dile doğrudur. Halk Türkçesiyle de edebiyat olur. Fakat “sade” olsun dersen Türkçe’ yi fakirleştirmeye hele avamfiripçe bir davranışla aşağı bir seviyeye düşürmeye hiç hakkımız yoktur. Evet öz Türkçe’ dir diye, fikrimizi tam anlatmaktan uzak olan kelimeleri (fiilleri) kullanmak doğru olmuyor. Sevmek: teşhir etmenin; çoğaltmak: teksir etmenin, çektirmek: istifa etmenin karşılığı olamaz (işten el çektirmek de manayı karşılamıyor.). Böyle gayretkeşlikler, üç aylık kurstan sonra ecnebi bir dille konuşmaya çabalayanların ibtidailiklerini hatırlatıyor. Her millet gibi biz de kendimizi dünyadan hariç düşünemeyeceğimize göre, doğudan da batıdan da, kuzeyden de, güneyden de “etmek” li fiiller dilimize girmeye devam edecektir. Öteden beri, milletimiz için iki şık vardı: “Ya “etmek” siz kabile hayatı, veya “etmek” li medeniyet bütün dikenlere rağmen “gül” ü ‘‘kediotu” na tercih ederiz.Şimdi bunlardan bazı misaller verelim:

(1) Mezcetmek: (katıştırmak)Kanuni Süleyman’ın ihtişamı ile Sinan’ın dehasını mezceden bu İslamiyet Abidesi binlerce Müslüman ile dolup taştı.Bu iki sistemin mantığı ve oyun kaideleri birbirlerinden tamamen farklıdır. Bunları mezcetmeye imkan yoktur.

(2) İlzam etmek: (cevap veremez hale getirmek)Bu nurani simalar ne güzel konuşuyorlar. Ne tatlı telmihler, ne ince nükteler, ne yumuşak cinaslarla karşı tarafta bulunanları ilzam etmeye çalışıyorlar.O, isticvabında, gerek muhakemede akılları durduracak bir soğukkanlılıkla kendini ve davasını müdafaa etmiş ve en güçlü hâkimleri ilzam edecek, iddia makamını tereddüde düşürecek cevaplar vermişti.

(3) Cerhetmek: (çürütmek)Bu mecmuanın o çarpık teoriyi cerheder tarzda kaleme alınacak bir makaleyi neşre amade olduğu haberi de memnuniyet uyandırıcı bir şey.Bazıları hiç araştırmadan kendilerine telkin edilen faraziyeleri cerhedilmez bir hakikat sanıp, hür düşüncelerinin emin yerde bulunuşu ile öğünüyorlar.

(4) Cehdetmek: (çabalamak)Eğer milletin ıstırabından doğma bir şuurun ateşinde dövülmüş bir çelikten irade, bütün bu perişan emelleri, bu dağınık cehdleri bir araya toplayıp bir hedefe doğru sevketmezse, encamımız nereye varır?Daima ileriye doğru cehd ve gayret etmedikçe ve zaman terakkiyatından faydalanamadıkça muvaffak olamayız ve yaşayamayız.

(5) Heder etmek: (boş yere harcamak)“Kurt geldi, bir koyun daha kaptı!” kabilinden bir anlayışla millet evlatlarını heder edemeyiz.Gelecek nesilleri düşünmeden, elimizdeki imkan ve nimetleri heder etmeye hakkımız var mı?

(6) Empoze etmek: (zorla yaptırmak) Tekniğin, fizik-maddi ilimlerin tekamülü, son keşifler, daimi sulhu sağlayacak bir organizasyonu insanlığa empoze edecek güçte midir?Gururlarını empoze ederek, insanlar saygı toplayabilirler mi?

(7) İhtida etmek: (müslüman olmak, hidayete —doğru yola— girmek)Hidayete mazhar olarak “Mir Reşid” namını alan Zaharyadis Efendi, ihtidasından evvel Fener Patrikhanesinin baş vazifelisi idi.Maurice Bucaille, Kaptan Cousteau, Roger Garaudy ve Hans Aiberg gibi meşhurların ihtida etmesi Batıda müslümanlığın yayılmasını bilhassa Fransa’ da kiliselerin camiye çevrilmesine sebeb olmuş, bu vaziyet hristiyan çevreleri korkuya düşürmüştür.

14 Haziran 2008 Cumartesi

Yahya Kemal Yılı


2008 Yahya Kemal Yılı İlân Edildi
Kültür ve Turizm Bakanlığı, 2008'i 'Yahya Kemal Yılı' ilan etti. Yıl boyunca büyük şairle ilgili uluslararası sergi ve sempozyumlar düzenlenecek. 2008'in, Türk şiirinin en önemli ustalarından biri olan Yahya Kemal Beyatlı'nın ölümünün 50. yılı olduğunu belirten Kültür ve Turizm Bakanı, bu vesile ile büyük şairin daha iyi tanınacağını ve anlaşılacağını umuyoruz dedi.
Kültür ve Turizm Bakanı, yıl boyunca üzerinde duracakları kapsamlı projeyi bir cümle ile özetliyor: "Yahya Kemal'i geleceğe taşımak!" Genç kuşaklara Yahya Kemal'i anlatmanın en iyi yollarından birinin de doğum veya ölüm yıldönümleri olduğu düşünülüyor, onun şiirinin ve düşüncelerinin, bugünün insanında, eski deyişle 'ma'kes' bulacağını belirtiyor. Beyatlı ile ilgili uluslararası sergi ve sempozyumlar yapılacağı, prestij ve armağan kitaplar yayınlayacaklarını söyledi. Doğu-Batı sentezi üzerine, Osmanlı'nın yıkılışı, Cumhuriyet'in kuruluşu dönemlerinde yazmış olduğu önemli yazıları var. Bunlar ışığında bilimsel tartışmalar yapacağız. Şiir kitaplarını yeniden basacağız. Bestelenmiş şiirlerini CD olarak yayınlayacağız. Şiirlerinden yeni besteler yaptıracağız." dedi…

Kaşgarlı Mahmut, 2008'de Dünya Çapında Anılacak


Kaşgarlı Mahmut, 2008'de Dünya Çapında Anılacak
UNESCO, 2007 yılının Mevlânâ Yılı olması tavsiye kararını alırken, 2008 ve 2009 yıllarını da Türk kültür ve tarihinin 3 önemli şahsiyetine ayırdı. UNESCO tarafından Kaşgarlı Mahmut yılı ilan edilen 2008'de Kültür Bakanlığı ve Türk Dil Kurumu birçok etkinlik gerçekleştirmeyi planlıyor. UNESCO, 2008'i 1000. doğum yılı münasebetiyle Kaşgarlı Mahmut yılı ilan etti. Bu senenin, ilk sözlüğümüz ve dilbilgisi kitabımız Divanü Lûgati't-Türk'ün yazarı Kaşgarlı Mahmut adına kutlanacak olması, Türk dili ve Türk kültürü açısından önemli bir kazanç olarak görülüyor. Yazılışı, içeriği ve tek nüshasının bulunuşu bile belgesel filmlere konu olabilecek Divanü Lûgati't-Türk'ün ve yazarı Kaşgarlı Mahmut'un ülkemizde ve dünyada tanıtımı için Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Türk Dil Kurumu tarafından çalışmalar başlatıldı.
2008 yılının Kaşgarlı Mahmut Yılı olması tavsiye kararını alan UNESCO, 2009 yılının da Kâtip Çelebi ve Hacı Bektaş-ı Veli'ye ayrılmasını onayladı. Hacı Bektaş-ı Veli, UNESCO'nun kendi isteği ile listeye alındı. Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü, UNESCO'ya müracaat ederek, 2008 yılında Nasreddin Hoca ile Kaşgarlı Mahmut'un 1000. doğum yıldönümlerinin, Kâtip Çelebi'nin de 2009 yılında 400. doğum yılının tüm dünyada kutlanmasını teklif etmişti. Bakanlığa komiteden cevap geldi. UNESCO Türkiye Milli Komitesi, Nasreddin Hoca'yı dışta bırakarak, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nın Kaşgarlı Mahmut ve Kâtip Çelebi için yapılan müracaatını kabul etti. UNESCO, bakanlığın teklifi içerisinde yer almayan Hacı Bektaş-ı Veli'nin de 2009'da Kâtip Çelebi ile birlikte anılmasını kararlaştırdı.

Hemen değilse ne zaman?

Selami Penbe
"Dünle beraber gitti düne ait ne varsa cancağızım.
Bugün artık yeni şeyler söylemek lazım."

Paradigma; bugün,değişim sözcüğünüm bir parçası haline gelmiş,fakat eksik olarak kullanılmaktadır.Anlam olarak,yeni bir fikir ya da fikirler kümesi, bir alışkanlık kümesi,bir stil ve hatta bir gelenek ya da ön yargı kümesi anlamına geliyornuş gibi kullanılır.Bir paradigma bütün bunların hepsini kapsar ama daha fazlasını içerir.
Paradigma;en derinlerde sahip olduğumuz bilinçsiz varsayım ve değerleri kucaklayan bütün kavramsal çerçeveyi ifade etmektedir.Paradigmalar o kadar derindedir ki,görecek olduğumuz şeyleri bile onlar belirler.
Paradigmasız yapamayız.Onlara gerçekten ihtiyacımız vardır.Kelimenin tam anlamıyla beyinlerimize sarmalanmışlardır.Bir paradigmaya en başta iş görebilmek için ihtiyaç duyarız,ama tehlike de paradigmamızın içine tıkılıp kalmamızdır.
Bilim (mesela eğitim) kendi paradigmasının içinde değiştirilemez.Oyunun kurallarını değiştirmek için bu kuralların dışına çıkmak gerekir.Mevcut yapılan içinde yetişmiş ve bütün kariyerlerini bunları nasıl kullanacaklarını öğrenmeye yatırmış olanlar için bu çok zor birseydir.
Paradigmamızı değiştirmek için beyinlerimizi yeniden kurmamız gerekir.Bizler ancak bir felaketle karşılaştığımızda,eski yapılar kesinlikle işlemez hale geldiğinde, paradigmamızı değiştirmeye eğilimli oluruz.Paradigmamızı değiştirmemiz, düşüncemizin temelinde yatan düşünce biçimini değiştirmemiz anlamına gelmektedir.Paradigmasını değiştirmek isteyenler;
kendilerini,
dünyayı,
insan ilişkilerini
bütünüyle yeni bir tarzda görmeye başlamaları gerekir.Kısaca odadaki eski mobiyaların yerini değiştirmekten çok odanın kendisini değiştirebilecek konuma gelinmiş demektir.Bunun anlamı, yeni bir tarzda düşünmeyi öğrenmek beynin bütün düşünme kapasitesini kullanmayı bilmektir.

"Hemen değilse ne zaman?"

"Eğitimde en zor olan şey,yanlış bilgiyi doğruyla değiştirmektir."
Selamlar(selami)

Aytmatov:Türk öğretmenler bana roman kahramanlarımı hatırlatıyor


Türk öğretmenler bana roman kahramanlarımı hatırlatıyor
Dağların kucağında bulunan benim ülkemin adı Kırgızistan. Eskiden beri halkımız yazıp çizse de bunların hiçbiri genel eğitim niteliği taşımamıştır. Çocuklarının eğitiminde daha çok büyüklerin güzel sözleri, tabiatın özü ve folklor eserleri kullanılagelmiştir. Bunda dinin de az çok rolü vardır. Sovyet döneminde eğitim Kırgızlar arasında toplu bir nitelik kazanmıştır. Bilim ve teknolojinin gelişmesine rağmen o dönemin sonlarına doğru bütün toplum kucaklayıp gelişememiştir. Bunun esas sebebini, Sovyet halkını, dünyadaki gelişmelerden uzak tutarak Batı ve Doğu medeniyetini SSCB adındaki büyük oluşuma getirmemek için gösterdikleri büyük çabada görüyorum. Dünya başka yolla ilerlerken biz kendi yolumuzu bulamadan takılıp kaldık. Bu durum, totaliter-merkezî ve dünyaya kapılarını kapamış ülkelerin büyük bahar buzları gibi eriyerek ayrı ayrı kendi başlarına buzdağına dönüşmelerine sebep olmuştur.
Bizim buzdağına en önce Türkiye Cumhuriyeti'nin, özellikle de eğitim alanında faaliyet gösteren, geleceği düşünen, gelişmeye açık insanlarının el uzattıklarını nasıl unutabiliriz? O zamanki cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal'ın dehası önünde tekrar tekrar eğilerek teşekkür etmemiz gerek. Çünkü bu adam, Mustafa Kemal Atatürk'ün vasiyetlerini yerine getirerek, kendi vatandaşlarının ata yurtlarına temiz kalp ve iyi niyet ile gelmelerine imkân sağlamıştır. Ben son yıllarda büyükelçi sıfatıyla Avrupa'da uzun süredir bulunuyorum, ihtiyar Avrupa'dan biraz boş vakit bulduğumda hemen ata yurduma, Kırgızistan'a gidiyorum. Vatanıma gelir gelmez ne tür gelişmeler ve yenilikler var diye soruyorum. Güzellikleri ve yenilikleri görünce kıvanç duyuyorum. Onların biri de Kırgız-Türk liseleridir. Her gittiğimde öğrencilerin ne kadar kaliteli eğitim aldıklarını görüp seviniyorum, okulları dolaşıyorum ve öğretmenlerle sohbet ediyorum. Benim en çok hoşuma giden şey, bu okullarda okuyan öğrenciler dört dilde; İngiliz, Türk, Rus ve Kırgız dillerinde akıcı konuşabiliyorlar, çağın dili olan bilgisayarda ise istedikleri işlemleri yapabiliyorlar. Bu okullar demokrasiye yöneldiğimiz, Batı ile Doğu'nun yarışarak ilerledikleri bu dönemde çağın ve günün anlamını, şeklini arayıp bularak gelecek nesillerimize tüm gücüyle sunan eğitim kurumlarıdır. Çağdaş dünyada insanlığa nasıl bir eğitim lazım ise, hangi bilim dalının geleceği var ise, insanlığın terbiyesinde hangi sıfatlar gerek ise, onların hepsini bu Sebat Kırgız-Türk liselerinin öğretmenlerinin, terbiyecilerinin vermeye muktedir olduklarını görebiliyorum. Gençlerimiz kesinlikle çok şeyler biliyor ve öğreniyorlar. Ben okul müfredatını incelediğimde bugün ve gelecek için aktüel olan ilim ve bilimi vermeye yönelik olduğunu gördüm. Bu okullarda her yönden çağdaş gelişmeye yönelik terbiye veren, eğiten öğretmenlere ve terbiyecilere bir büyük olarak her zaman başımı eğerek şükranlarımı sunuyorum. Bu okullar, Kırgız-Türk-Sovyet eğitim bilimi ile beraber tarihî ve çağdaş pedagojileri kaynaştırıp tüm dünyanın gelişmeye açık eğitim standartlarını Aladağlar (Tanrı Dağları) bölgesine getiriyorlar. Kırgızistan'ın, eğitim alanında dünyanın globalleşme sürecine 'Sebat' eğitim kurumlarının liseleri aracılığıyla girdiğini görüyoruz. Bu liselerin öğrencileri her sene uluslararası dünya bilim olimpiyatlarına katılarak 1.lik, 2.lik ve 3.lük gibi başarılara ulaşıyorlar. Geçmişte bunun gibi olaylara az rastlanırdı. Bu da Kırgız-Türk liseleri ile gelen başarının bir parçası, Aladağlar bölgesindeki erkek-kız bütün öğrencilerin dünya standartlarında eğitim aldıklarına dair delillerden biri, globalleşme denilen sürece katılmanın hızlandırılmış yoludur. 'Sebat' liselerinde şimdi üç binden fazla öğrenci eğitim görmekte ve buraları kazanabilmek için büyük rağbet var, bir kontenjana elli öğrencinin müracaatı, onların değerinin yıl geçtikte arttığının işaretidir.
Sebat liselerinde okuyan öğrenciler, dünyanın en son gelişmelerinden olan internet ile beraber, teoride gördüklerini pratikte de uygulama imkânına sahiptirler. Bu okulların mezunları, seçmiş oldukları branşlarında yurtdışında eğitimlerine devam etmektedirler. Örneğin, bugüne kadar 'Sebat'tan mezun öğrencilerin % 30'u Avrupa'da, % 8'i Amerika'da, % 4'ü Güney Asya ülkelerinde, % 15'i BDT'de, % 43'ü Kırgızistan'da yükseköğretim kurumlarında okumaktadırlar. Mezunların hemen hemen hepsi yüksek eğitim alıyorlar ve öğrencilerinin de terbiyeli ve edepli oluşu övünebilecek bir durumdur. Üniversitelerini tamamlayan öğrencilerimizin, vatanları olan Kırgızistan'da, ya kendi liselerinde ya da diğer alanlarda çalıştıklarına şahidim. Öğretmenler sınav ile işe alınır, Türk öğretmenler Kırgız öğretmenlerle, Kırgız öğretmenler de Türk öğretmenlerle ders verme teknik ve tecrübelerini paylaşarak, öğreterek, öğrenerek bu yönden büyük kazanç elde ediyorlar.
Kırgız-Türk liselerindeki öğretmenlerin idealleri uğruna yapmış oldukları fedakârlıklar, her türlü zor şartlara rağmen yılmayışları, bana roman kahramanım Öğretmen Duşen'i hatırlatıyor. Kırgız-Türk liseleri gibi eğitim müesseseleri, Orta Asya'daki Türkî cumhuriyetlerde, Sibirya bölgesindeki Türkçe konuşan halklarda, bir başka deyişle Anadolu Türklerinin ata yurtlarında, aktif bir şekilde açılıyorlar. Bunu da bizim yakınlığımızın, kardeşliğimizin derin köklerini ispatlayan bir olay olarak görüyorum. Bu fedakâr öğretmenler, Ak Gemi romanımda kaybolan çocuğu değil, Ak Asya'da kaybolmuş bir nesli arıyorlar. Ak Gemi'de kaybolan çocuğun nerede olduğunu kimse bilemez. Ama Ak Asya'da kaybolmuş bir neslin nerede olduğunu söylemem mümkün. İşte bu okullarda.
Not: Hafta içinde kaybettiğimiz büyük yazar Cengiz Aytmatov'un, kurucu üyesi ve onursal başkanı olduğu Diyalog Avrasya Platformu için kaleme aldığı yazı.

Fazıl Hüsnü Dağlarca: Türkçe içinizde çağlayan ses olsun

Fazıl Hüsnü Dağlarca: Türkçe içinizde çağlayan ses olsun
Türkçe olimpiyatlarına katılan ve çok güzel Türkçe konuşan 5 genç, Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı evinde ziyaret etti. Ziyaretin en duygulu bölümünü Dağlarca’nın gençler için yazdığı şiir oluşturdu.
Türkçe Olimpiyatları’na katılan 100 ülkeden yaklaşık 550 öğrenci, Türkiye’de devlet erkanından, sanatçı ve gazetecilerden pek çok önemli isim tarafından kabul edildi. Bu ziyaretlerin en anlamlılarından biri de Türk şiirinin yaşayan en büyük şairi Fazıl Hüsnü Dağlarca ile yurtdışındaki Türk okullarında okuyan 5 farklı ülke gencinin buluşmasıydı. Yabancı çocukların çok iyi Türkçe konuştuğunu görünce duygulanan Dağlarca, “Türkçe, içinizde çağlayan ses olsun. Sizler sayesinde bu ses bütün dünyada yankınsın.” temennisinde bulundu. 100 yaşına merdiven dayayan Dağlarca; Amerika, Kolombiya, Moldova, Afganistan ve Estonya’dan gelen gençlerle şiir konuştu, Türkçenin ayrıcalıklı bir dil olduğunu anlattı. Dağlarca’nın gençlere bir de sürprizi vardı. Çocukların ziyarete geleceğini bir gün önce öğrenen şair, gece onlar için yazdığı bir şiiri hediye etti. Çocuklara da bu şiirin başka bir yerde yayınlanmayacağını söyleyip, ülkelerine döndüklerinde okullarının dergilerinde yayınlanmasını istedi.
Türkçe sevdalısı gençlere Türk dili öğrenmenin güzel; ama aynı zamanda zor olduğunu söyleyen Dağlarca, bu dili öğrenmek için önce edebiyatını derinden incelemek gerektiğini üstüne basa basa vurguladı. Türk edebiyatının sadece Cumhuriyet’ten sonra yazılanlarla sınırlı kalmadığını belirten Dağlarca, gençlerden divan edebiyatının odalarına girmelerini istedi. Türkçeyi, grameri mükemmel bir dil olarak nitelendiren usta şair, bu kurallara uymanın insanı yazıda, şiirde ve bilimde sesli kılacağını ifade etti. “Ben her şiirimi yazdığımda Türkçeyle ilgili bir adım daha atmış oluyorum” diyerek mükemmel Türkçe bilen birinin eğitiminin yarısını elde etmiş olacağını vurguladı.
Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türk edebiyatına meraklı gençlere şiir yazmanın inceliklerini de sıraladı. “Şiir yazmak o dilin içinden altın çıkarmaya benzer” diyen Dağlarca, genç şairlerin Türklerin tarihsel gelişimini bilmediği ve şiiri yaşamadıkları için iyi yazamadıklarından yakındı. Dağlarca, bir insanın şiir yazarken kendi mezarı üstüne kitabe yazma hissini duyması ve kendinden sonra o sözcüklerle yaşayacağını umması gerektiğine dikkat çekti. “Karşılığında bir yaşam verilmemiş her bir çaba değersizdir” diyen şair, gençlere şiir veya düz yazı yazmak için tüm hayatlarını bu işe vermeleri gerektiğini öğütledi.
Türkçe meraklısı gençlerin ‘Hangi şairleri okumamızı tavsiye edersiniz’ sorusuna dev çınar, Ahmet Muhip Dranas ve Cahit Sıtkı Tarancı’yı örnek gösterdi. Bu iki şairin Türkçenin dibini kazdığını anlatan şair ‘Cahit Sıtkı akşama kadar 5 satır şiir yazardı ve şiire bir kelime eklemek için saatlerce düşünürdü” yorumu yaptı. Cumhuriyetten bu yana büyük yazar sayısının 10 kişiyi geçmediğine, ancak kayıtlarda 10 bin kişi bulunduğuna değindi. Günümüz gençlerinin kendilerini gerçek şair Falih Rıfkı Atay’dan daha üstün saydıklarından da yakındı.
DİLEK GÜRAY

http://cumaertesi.zaman.com.tr/?bl=8&hn=5588

11 Mayıs 2008 Pazar

EDEBİYATIN GÜCÜ




EDEBİYATIN GÜCÜ
Nazım ve nesir yoluyla hâle ve duruma göre söylenen ya da yazılan zarif, ölçülü, âhenkli, dil kurallarına uygun sözler veya bu çerçevedeki sözlerden bahseden ilim diyebileceğimiz edebiyat; aslında terbiye, nezaket, zarafet ve haddeden geçme, kıvama erme mânâlarına hamledeceğimiz “edeb” kökünden gelmektedir. Ama, daha çok da, insanın hayat tarzı, yaşama üslûbu, sîretiyle alâkalı ve onun kalbî, ruhî hayatının inkişaf ettirilmesine vesile bir amel diye yorumlanagelmiştir. Bu mânâdaki edebin tahlil edileceği yerse, ya ahlâk kitapları ya da tasavvuf risaleleridir. Örfî mânâdaki edebiyatın, bu anlamdaki edeble doğrudan doğruya değil de, dolayısıyla bir münasebeti vardır.
Biz burada o münasebeti sükut geçerek, edebiyat sözcüğünden anladığımız mânâya kapı aralama ölçüsünde küçük bir menfez açmak istiyoruz. Boyumuzu aşkın böyle bir konuda ifade edeceklerimize değil de, niyetlerimize bakılmalıdır. İtiraf etmeliyim ki, bizim gibi dar ufuklu insanlar, kendi sahalarında bile bir şeyi tam ve doğru düşünemedikleri gibi, doğru düşünebildiklerini de tastamam seslendirebilmeleri oldukça zordur. Bence böyle bir mülâhazayı tâmim etmek de mümkündür. İmam Şafiî, “el-Ümm” kitabını, kendisi ve daha başkaları defaatle tetkik ve tashih ettikten sonra, yine rahatsızlık duyabileceği bazı hususlarla karşılaşınca, ellerini kaldırıp Allah’a yönelir ve O’nun nurefşân beyan mecmualarının dışında hiçbir kitap ve kitabetin kusursuz olamayacağını itiraf eder.
Evet, O’nun kelâmına dayanmayan ve O’nun nurunun ziyasıyla aydınlanmayan en nâdide yazı âbidelerinin, en şahane sanat eserlerinin, en beliğ beyanların, en göz kamaştırıcı tasavvurların ihtiva ettikleri dilrubâ keyfiyetler dahi tamamen izafîdirler ve O’na ait güzelliklerin birer yansıması, birer aks-i sadâsı olmaları itibarıyla herhangi bir kıymeti haiz olsalar da, kat’iyen, zatî ve kendilerinden bir değer ifade ettikleri söylenemez.
Ne var ki, bunun böyle olması, hiçbir zaman bizim şevkimizi kırmamalı ve çalışma azmimizi de felç etmemelidir; etmemelidir ve biz, her şeye rağmen hep düşünmeli, söylemeli, plânlamalı, plânladıklarımızı gerçekleştirmeye çalışmalı ve bütün bunları yaparken de bazen yanlışlıklar yapabileceğimizi, çok defa hata ve kusurlara girebileceğimizi kat’iyen hatırdan çıkarmamalıyız. Evet, insan olarak elbette ki, bazı yanlışlıklarımız olacak; bunları anladığımızda hemen tashihe gidecek, eksiklerimizi telafi etmeye çalışacak ve usûl-i fıkıhta ki ifadesiyle sürekli “eşbeh”i1 takip edeceğiz; edecek ve tespitlerimiz isabetli olsa da olmasa da, Hak katında beşerî idrak ve içtihada açık sahanın hakkını vermeye çalışacağız...
İşte bu perişan mütalâaya da bu mülâhaza ile bakılmalıdır. Yoksa nerede edebiyat nerede biz..! Daha önce “Beyan” başlığı altında, sözün, insanoğlu ile doğduğunu, insanoğlu ile geliştiğini ve onun çok önemli bir derinliğini teşkil ettiğini ifade etmeye çalışmıştım... Evet beyan, tarih boyu, düşünce imbiklerinden geçe geçe, söz sarraflarının elinde işlene işlene mukadder kemaline erdi ve bir gün geldi bugün edebiyat dediğimiz şey oluştu. Bu itibarla da denebilir ki, edebiyatın bugünü dünden daha parlak olduğu gibi, yarını da bugünden daha parlak olacaktır veya parlak olmalıdır. Evet, bir münasebetle Üstad Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi, insanlık sonunda bütün bütün ilme yönelecek; yönelecek ve gücünü büyük ölçüde ilimden alacak; ihtimal o zaman söz ve ferman tamamen ilmin eline geçecek... İşte ilmin bu ölçüde gelişme gösterdiği bir dönemdedir ki, fesahat ve belâgat da zirveleşerek kıymetler üstü kıymete ulaşacaktır. Muhtemel, böyle bir dönemde insanlar, düşüncelerini birbirlerine kabul ettirmek için daha çok dil silahını kullanacak, ifade zenginliğiyle onların gönüllerine girmeye çalışacak ve edebiyatın sihriyle ruhları fethedeceklerdir.
Hazreti Âdem’de icmalen tecellî eden ilim ve beyan hakikati, Kur’ân vesayetinde Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’la tafsile ulaşmış, beklenen meyvesini vermiş ve hükmünü tam icra etmiştir. Şimdi eğer dünya, daha bir süre devam edecekse, önümüzdeki yıllarda ilmin, nihâî hızına ulaşmasına karşılık, dil de, en güçlü hatipleri ve en zengin hutbeleriyle hemen her mahfilde ona tercüman olma seviyesine yükselecektir.
Evet her zaman, ihtiyaç ve zaruretlerin bağrında beslene beslene gelişen beyan, aynı ortamda son bir kez daha sultanlığını ilan ederek, sözünü herkese ve her şeye dinlettirip, bir kere daha gücünü ortaya koyacaktır. İsterseniz siz buna, inkişaf etmiş Kur’ân Çağı’nın yeniden yaşanması da diyebilirsiniz.. hakikat aşkıyla ilim aşkının, anlama sevdasıyla anlatma tutkusunun, insanî değerlerle onları takdirin iç içe yaşandığı bir Kur’ân Çağı. Bu arada şu hususun vurgulanmasında da yarar görüyoruz; geleceğin düşünce mimarları, dil üstadları, ne yapıp yapıp bizim perişaniyet ve yetersizliğimize emanet edilmiş bulunan beyana sahip çıkmalı, onun dilindeki bağları çözmeli ve kendi düşünce dünyamız hesabına mutlaka ona, kendini ifade edebilme imkânı hazırlamalıdırlar. Yoksa, daha uzun süre bülbül nağmeleri beklediğimiz yerlerde hep saksağan sesi dinleyecek ve gül yolunda dikenlerin iz’âcından bir türlü kurtulamayacağımız açıktır.
İnsandaki beyan gücü ve ifade zevki bugüne kadar hep edebiyat atmosferi ve edebî düşünce vesayetinde gelişmiş, kıvama ermiş ve oturaklaşmıştır. Ancak, edebî düşünce veya edebiyat derken bundan ne anladığımız, ne anlamamız lâzım geldiği de oldukça önemlidir. İnsanoğlu, dünden bugüne, duygu, düşünce ve gönül vâridâtını sözlü ya da yazılı edebiyatın yanında, sinema, tiyatro ve sembolik resimlerle de ifade edegelmiştir. Konu, söz ve yazının dışına taşınca tabiî olarak, kelimelerin, cümlelerin yerlerini de jestler, mimikler, sesler ve daha başka enstrümanlar almıştır; almıştır ama, bunlar hiçbir zaman söz ve yazının yerini dolduramamışlardır; zira bir milletin, kendi edebiyatını kendine has çerçevesiyle inkişafa açık bir zeminde korumasının, koruyup her zaman onu millet fertlerinin başvuracağı bir kaynak hâline getirmesinin, sonra da imkânlar elverdiği ölçüde bu kaynağı yaygınlaştırarak bütün bir toplumun millî üslûbu, müşterek sermayesi; gelecek nesillerin de beyan mezraası, söz âbidelerinin meşheri olarak, mâşerî vicdanın emanetçiliğinde, millî hafızanın bekçiliğinde kendi orijiniyle devam ettirmesinin en selâmetli yolu yazı ile tescil ve tesbit olsa gerek...
Bu bakımdan, edebiyat derken, biz onu her zaman yazılı ya da sözlü kelimelerin, cümlelerin sihirli dünyasında aramış ve onunla tanışıp hâlleşmeyi de hep kitapların, mecmuaların sahifeleri arasında gerçekleştirmişizdir. Anlatılmak istenen herhangi bir konuda ister belli bir üslûp takip edilsin, ister edilmesin; ister ortaya konan eser bir sanat kaygısıyla ele alınmış olsun, ister sade bir üslûpla ifade edilsin; ister hedef kitle olarak dar bir kesim düşünülsün; ister büyük kalabalıklara hitap edilsin, edebiyat denilince akla gelen yazılı edebiyattır.
Edebî olarak ele alınıp işlenen konunun bir din, bir düşünce, bir felsefe ya da bir doktrin olması fark etmez; edebiyat, insanlığın tarih boyu elde ettiği bilgi birikimini nesilden nesile aktarabilmenin, dünü bütün derinlik ve zenginlikleriyle şimdilerde de duyup hissedebilmenin, mazi ve hâli realitenin iki buudu, geleceği de onun izafî derinliği şeklinde zevk edebilmenin en önemli yollarındandır.
Ne var ki her millet, evvelâ kendi millî ve dinî kaynaklarını esas alıp, sık sık onlara müracaat etmeli; kendi millî hafızasının özünü, usaresini öne çıkararak onu bir temel unsur kabul etmeli, hatta bunları, edebî duygularını ve sanat telakkilerini resmetmede bir kanaviçe gibi kullanmalıdır ki, kendi edebiyatının ruhunu tahrip etmesin ve kendi duygularını, düşüncelerini, ilhamlarını seslendirmede yabancı enstrümanlara ihtiyaç duymasın. O, böyle yapıp kendi kültür değerlerini birer atkı olarak kullandıktan sonra, çağının yorumlarını da yanına alarak genişlemesinde, derinleşmesinde ve evrenselliğe yürümesinde herhangi bir sakınca olmasa gerek.
Aslında, millî hafıza, millî kültür esas alınıp, bize ait kaynaklar da net olarak ortaya konmak suretiyle kayma noktaları önlendikten sonra, evrensel değerlere karşı lakayt kalmak; genişi daraltmak, büyümeyi durdurmak, canlıyı cankeş etmek, imrendirme ve özendirme konumundan imrenme ve özenme derekesine yuvarlanmak demektir ki, bugün üçüncü dünya ülkelerinin durumu, bunun en canlı örnekleriyle dolup taşmaktadır.
Bu ülkelerde bazen törelere takılarak, bazen yöre anlayışlarının tesirinde kalarak, bazen de yabancılaşma endişesine karşı duyulan -bu biraz tabiî de olabilir- tepkiden ötürü edebiyat adına hep bir tevakkuf yaşanmış; açılma hareketleri büyük ölçüde durmuş, genişleme tefritlere, tepkilere feda edilmiş; hatta zenginleşme gayretleri fantastik bulunarak, çok önemli bir kısım vâridât kaynakları kurutulmuştur. Dahası, bazı zamanlarda, edebiyat alanı daha da daraltılarak, bir bölge, bir yöre ve bir lehçeye incirar ettirilmek suretiyle hem gelişmeye açık dallar kesilmiş, hem de edebiyat alanı tımar edilip işlenmediğinden dolayı kök kurutulmuştur ki, böylece millî olanın gelişmesi engellenmiş ve taşra köşelerinden herhangi birinin anlayışı ihya edilerek dünyada saygın bir dil hâline gelme yerine, küçük bir coğrafyanın sesi-soluğu olarak kalınmıştır ki buna, kendimizi unutulmaya salma da diyebiliriz.
Aslında, durgunlaşan, yaşama aktivitesini kaybeder; gelişmeye açık olmayan da kurur.. olduğu gibi kalan zamanla devrilir.. meyve vermeyen de ölür. Bu mülâhazalar, sadece edebiyatla alâkalı da değildir; bu husus dinden düşünceye, sanattan felsefeye kadar hemen her mevzuda söz konusudur.
Kaldı ki edebiyat, sadece insanlar arasında yazı yazma ve söz söyleme sanatlarıyla laf ebeliği yapmak, beğenilen sözler üretmek mesleği de değildir; o, belâgat ve fesahat buudlarıyla, söz söyleme sanatını sevimli hâle getirerek, gündelik dili en temiz, en nezih, en sevimli ve kalıcı malzemeyle beslemenin, süslemenin, zenginleştirmenin suyu-havası, incisi-mercanı ve kullandıkça, harcadıkça çoğalan hazinesidir.
Edebî mülâhazalar ile düşüncelerini işleyen bir nâzım ya da nâsir, kelime zenginliği, ifade mûsıkîsi ve üslûp asaletiyle her zaman bir gaye, bir mazmun etrafında canlı-cansız söz ve sözcükleri harekete geçirerek, bunlardan bir beyan âbidesi kurmayı hedefler. Böyle bir hedefe yürürken de, seçip yerli yerine yerleştirdiği her kelime ve cümleyi, umumî maksadın âdeta notaya göre seslendirilmiş birer nağmesi gibi, ses verecek şekilde yerleştirir. Bu sesler, bu nağmeler bir yandan ille-i gâiyeleri olan mazmuna tercüman olurken, diğer yandan da yazarın düşünce tarzını, genel temayüllerini ve ruh hâlini aksettiren birer fon müziğine dönüşür. Evet, iyi bir söz üstadının ortaya koyduğu lirik bir nazımda, kelimelerin onun heyecanıyla inler gibi olduğunu duyarız. Destan duygularıyla köpürmüş edib bir sineden fışkıran kelime, cümle ya da mısralar, kulaklarımızda mehter sesi gibi yankılanır. Üstadça ortaya konmuş bir dramada bütün söz ve sözcükler, ruhlarımızın derinliklerinde dramatik bir hâdisenin sesi-soluğu gibi tınlar.. evet bir edebiyatçı, her yerde gündelik duygularla kendini ifade eden sokaktaki adamdan çok farklı düşünür, farklı değerlendirir, farklı yorumlarda bulunur ve her zaman seviye peşinde koşup, gelecek nesillere, severek tevârüs edip saygı duyacakları bir miras bırakmaya çalışır. İşte bu yönüyle de o, her zaman bir üstad, diğerleri birer çırak; o bir mimar, ötekiler de birer işçidir.
Aslında, gündelik dilin de edebî dil gibi kendine göre bir güzelliği, rahatlığı, hoş bir albenisi ve saf zevke açık bir tabiîliği vardır. Ne var ki, edebî dildeki şiiriyet, mûsıkî, âhenk, iç içe mânâlar armonisi ihtiva etme gibi özellikleri ve her zaman mevzuun bütünüyle, cümle ve kelimeler arasındaki münasebetin gözetilmesi gibi mümarese, zevk ve bedîiyât istidadından kaynaklanan öyle bir fâikiyeti vardır ki, o istidatta olmayanların bunları duyması, zevk etmesi şöyle dursun, bazen anlamaları bile çok zordur.
Bununla beraber, edebî üslûbu, bir üst sınıfın ya da aristokrat bir kesimin dili saymak da doğru değildir. Aksine onu, iç zenginliğiyle, değişik îmâ ve işaretleriyle, “müstetbeâtü’t-terâkîb” diyeceğimiz umum hey’et ve terkibin ifade ettiği tâli derecedeki mânâlarıyla olmasa bile, şöyle-böyle her seviyedeki insan mutlaka anlayabilmeli; anlayıp, belli ölçüde de olsa o kaynaktan beslenebilmelidir. Bu suretle, onlar da zamanla duygularını, düşüncelerini daha rahat ifade edebilme konumuna yükselir ve konuştuğu lisanın hareket alanını genişleterek, dilde daha yüksek bir manevra kabiliyetine ulaşabilirler. Tabiî bu arada, onlar da lisan adına bildikleri şeyleri daha bir pekiştirerek, anlayabildikleri ölçüde usûlüne uygun ilavelerde bulunarak dillerini zenginleştirir ve düşünce ufuklarına yeni yeni derinlikler kazandırmış olurlar.
Ne seviyede olursa olsun, bugün hemen hepimizin konuştuğu dil, nesiller boyu sessiz sessiz hafızalarımıza yerleşen, ruhlarımızca benimsenen usta şair ve nâsirlerin ortak gayretlerinin ürünüdür. Kim bilir bugüne kadar, bu söz üstadları, hem de bir kuyumcu hassasiyetiyle, kelime cevherlerinden ne beyan takıları, ne söz gerdanlıkları hazırlayıp bize armağan ettiler de, belli ölçüde de olsa biz şimdilerde hep o zenginlikle kendimizi ifade edip duruyoruz. Herkes, onların ortaya koyduğu bu söz âbidelerini ve bu âbidelerin ruhundaki estetik derinliği anlamasa da, biz hepimiz onları hep sevmiş, takdir etmiş, beğenmiş ve “Daha yok mu?” diye sürekli beklenti içinde bulunmuşuzdur. Zaten işin bu kadarını duyup hissetmek için de, ne edibin sanat endişesini, ne inşâ gücünü, ne fikir sancısını ne de eserini plânlamadaki başarısını, “Cevahir kadrini bilen bir cevher-fürûşân” gibi bilmeye gerek yoktur.
Evet, söz sultanları diyebileceğimiz edebiyatçılara, kitleler, her zaman güven duymuş, onların gayretlerini alkışlamış, mesailerini takdir etmiş ve çok defa bu takdirlerini de, onları taklitle ifade edegelmişlerdir. Öyleyse ediblere düşen de odur ki, bütün söz söyleme yeteneklerini, sanat kabiliyetlerini her zaman hakkın, iyinin, güzelin emrine vererek, çırakları sayılan kitlelerin ruhlarını bâtıl tasvirlerle yaralamasınlar, onların saf düşüncelerini mülevves hayallerle kirletmesinler ve nefsanîlikleri resmederek onları cismaniyetin azat kabul etmez köleleri hâline getirmesinler. Çağın büyük mütefekkiri; ediblerin edebli olmaları lâzım geldiğini, Kur’ân’ın teklif ettiği edeb çizgisinde davranmaları gerektiğini vurgular ve kaynağı itibarıyla da bizim insanî yanımızın en önemli bir derinliği sayılan beyana karşı saygılı olmamızı tavsiye eder.
Ayrıca ilmî üslûpta, aklî, mantıkî, hissî boşluklara meydan vermeyecek şekilde sağlam bir mantık örgüsü, sistemli bir düşünce ve muhkem bir ifade; hitâbî üslûpta delil ve burhanların öne çıkarılması, konunun çok defa heyecan eksenli götürülmesi, yer yer tekrarlara gidilmesi, gerektiğinde mevzuun müteradif lafızlarla beslenerek beyanın renklendirilmesi ve zaman zaman da iltifatlarda dolaşılarak söze canlılık kazandırılması gibi.. hususların birer esas sayılmasına karşılık, edebî üslûpta; ifadelerin canlılığı, dil kurallarına tam uygunluk, eda güzelliği, hayal zenginliği; ifrata girmeme şartıyla teşbihlere, temsillere, mecazlara, istiarelere, kinayelere yer verilmesi.. ve sözün fıtrîliğini bozmama kaydıyla cinas, tevriye, tıbâk, secâ, mukabele gibi.. bedîiyât unsurlarından yararlanılması da istihsan edilegelmiştir.
Ancak her şeyde olduğu gibi bunlarda da ifrat, sözün tabiîliğini bozup beyan kevserini bulandıracağından, çok defa selim zevk sahipleri tarafından yadırganacaktır. Evet, Bediüzzaman’ın da ifade ettiği gibi; “Lafız -mânânın tabiatı müsaade ettiği ölçüde- süslenmeli.. şekil, muhtevaya göre resmedilmeli; resmedilirken de mealin izni alınmalı.. üslûbun parlak ve revnakdar olmasına önem verilmeli, fakat gaye ve maksat da asla ihmal edilmemelidir.. hayal, geniş bir hareket alanıyla desteklenmeli, ancak hakikat de hiçbir zaman incitilmemelidir.”

DİPNOTLAR
1 İçtihadî meselelerin Şarî’ nezdinde muayyen bir hükmü olmadığını iddia edenlerden bazılarının “Eğer bir hüküm olsaydı şu şekilde olurdu.” dedikleri nefsü’l-emirdeki hak demektir.

22 Mart 2008 Cumartesi

İdealsiz Nesiller/A. Şahin


İdealsiz Nesiller
Nesilller kendilerine gösterilecek yüksek hedef ve ulvî ideallerle canlılıklarını korurlar. Hedefsiz, mefkûresiz kaldıklarında da kadavralaşır ve birer iskelet haline gelirler. Otlar, ağaçlar, hatta tabiattaki bütün varlıklar, canlı kaldıkları sürece çiçek açar, meyve verir ve faydalı olabilirler. İnsan ise; ancak yüksek ideâlleri, aksiyon ve mücahedeleriyle canlı kalır ve varlığını sürdürebilir. Hareketsiz bir uzvun kireçlenip kuruması, kullanılmayan bir maddenin paslanıp çürümesi ne ise hedefsiz, gâyesiz, dolayısıyla da hareketsiz kalan nesillerin, delik deşik olup gitmesi de aynı şeydir.
Bir cemiyet, üzerinde kurulup geliştiği felsefe ve ma’nevî değerlere sımsıkı bağlı kaldığı müddetçe, ihtişam ve dinamizmiyle pâyidâr olur. Kendine has bu diriltici iklim ve bu esaslı kaidelerden uzaklaşmağa başladığı andan itibaren de içten içe kokuşup çürümeye ve dağılıp gitmeye yüz tutar. Onun içindir ki; millî vahdetimiz adına, millet fertlerinin, bir mihrab gibi her zaman etrafında toplanıp durdukları yüksek mefkûre ve mukaddes prensiplerin korunup kollanmasına ve “ilelebet” devam ettirilmesine milletçe gayret gösterilmelidir.
Milletin ümit kâsesini elinde taşıyanlar, herşeyden evvel, nesillerin gönüllerini bu yüksek mefkûre ve ideâllerle donatarak, onları, Hızır çeşmesine giden yollara irşad etmelidirler. Dertsiz, davasız, gayesiz ve ideâlsiz nesillerin önce içten içe yanarak karbonlaşması, sonra da bir alev, bir tûfan haline gelerek, etrafındaki herşeyi yakıp yok etmesi tabiî ve kaçınılmaz olur. Bizler, şu son bir-iki asır içinde, bu türlü ölüm deliklerinin, hem de en korkunçlarına, defalarca maruz kalmış bahtsız bir milletiz. Dostun vefa bilmediği, düşmanın hıyanet ve cefadan usanmadığı hasret ve inkisar dolu bu dönemde, millet ağacı defalarca ırgalandı; cemiyetin ruh kökü tekrar tekrar baltalandı; yığınlar her dönemeçte başka başka devler ve gulyabânilerle karşı karşıya kaldı. Eğer bu çeşit çeşit ölüm ağlarına, her mâruz kalışımızda bir inayet eli imdadımıza yetişmeseydi, milletçe bu cehennem çukurlarından birine gömülmüş ve tarih sayfalarından ebediyyen silinip gitmiş olacaktık...
Gelecek günlerde, bizleri nelerin beklediğini söylemeye ve bâtılı tasvir ederek, saf düşünceleri ümitsizlik içinde boğmaya gerek yok; millete, kendini yenileme yolları gösterilmeli ve istikbâli omuzunda bayraklaştıracak genç kuşaklar, ulvî hedeflere, yüksek ideâllere irşad edilerek gayesizlikten kurtarılmalıdırlar.
Bu yüce vazife, mektepten mâbede kadar, bütün millî müesseselerde hassasiyetle benimsenmeli ve imkân elverdiği nisbette de kafa ve kalb izdivacına muvaffak olmuş, aydın ve hasbî ruhlara gördürülmelidir. Zîra, mürşid ve muallim evvelâ kendi ruhunda hakikate eren, sonra da sînesinde tutuşturduğu ilham kıvılcımlarını, çıraklarının gönüllerine boşaltan olgun insandır. Evet, kâinatın dört bir bucağından gelen İlâhî tayflarla, dimağını aydınlatamamış ham ruhların, kitleleri insanlığa yükseltme yolunda yapacakları hiçbir şey olamayacağı gibi, düşünce dünyası itibariyle etrafını saran şüphelere “pes” demiş derbeder gönüllerin de talebelerine verecekleri herhangi bir şey yoktur. Olsa olsa böyleleri; kuvvetin temsil edildiği müesselerde, geçmişe ait destan ve türkülerle teselli olur; dînî hayat adına folklör ve merasimlere sığınır ve insanoğlunun Yüce Yaratıcı’yla olan münasebetlerinde, başkalarına ait menkıbelerle gürler, onlarla kendilerinden geçerler; ama kat’iyyen, ilhamları coşturucu, ruhları kanatlandırıcı ve yüreklere fer verici olamazlar.
Başkalarının destan ve menkıbeleriyle coşup teselli olmak, ferdî ve içtimâî sorumluluğunu yerine getirmemiş, âciz ve aşağılık duygusuna kapılmış kimselere has marazî bir keyfiyettir. Bu hastalığa mübtelâ olmuş bir cemiyette, fâtih-ruh yerini, geçmişi destanlaştıranlara, sırf eskiye ait türküleri mırıldananlara ve bütünüyle marşlara gömülüp gidenlere bırakır. Böyle bir toplumda dînî düşünce ve dînî mükellefiyetler, aşk ve heyecan mahrumu sefil bir gürûhun inhisarında, folklor haline getirilerek yığınları eğlendirici ve dinlendirici bir festivâl halini alır. Ve yine böyle bir cemiyette, kalb ve ruhun derece-i hayatına1 giden bütün yollarda söz ve devran; görüşleri sığ, düşünceleri fakir, himmetleri meflûç, iç dünyaları karanlık ve başkalarının yaşadığı hârikaları hikâye etmekle teselli olan bir kısım haddini bilmezlere kalır.
Evet, mâzi en üstün hislerle yâd’a getirilerek, atalarımıza ait kahramanlık türküleri gönülden heyecanlarla tekrar edilmeli; ruhuyla bütünleşerek başı yüce âlemlere ermiş kudsîler, sînelerimize taht kurup oturmalı; ama herşey bundan ibaret sayılmamalı ve hele kat’iyyen mezarlar ve mezar taşlarıyla teselli olunmamalıdır.
Yiğitlik, önce serhadlarda destanlaşır, sonra türkülerin ruhuna siner. Hak-eri olma, aşk ve heyecanla kanatlanıp, sonsuzla münasebete geçenlerin elde edebileceği bir pâyedir; gerçeğe inanmışlık, dînî mükellefiyetleri en tabiî bir ihtiyaç şuuruyla ve hayatın gayesi, yaratılışın neticesi olarak kabul etmekle tahakkuk eder.
Evet, hayâllerimizde ihtişama ulaşan geçmişle alâkalı her tablo, yeniden bizleri, bir ulu-millet olma yolunda harekete geçiriyor, sâye şevkimizi kamçılıyorsa, mukaddestir. Yoksa, günümüzle hesaplaşırken, mâziyi imdada çağırma gibi bir garâbet arz edecektir ki bu da ancak bir aldanma olur.
Bizler, mazinin gür ve pürüzsüz soluklarını, günümüzün en renkli ve canlı besteleriyle seslendirip, insanlığa yepyeni bir nağme duyurma mecburiyetindeyiz. Bu nağme bütün hususiyetleriyle ideâlizme susamış, boşluktaki nesilleri geçmişin atlas renkli kubbesi altında ve yaşadığımız zamanın aydın ikliminde bir araya getirecek, bir millî ruh nağmesi olmalıdır.
1) Derece-i hayat: Melekleşip ulvî hisleriyle yaşama...

Maarifin Va’dettikleri/Dahhak


Maarifin Va’dettikleri
Ülke saadetinin sağlam ve ümit verici olması, bugünkü nesillerin ciddiyetle ele alınmasına ve geleceğe göre kalb-kafa bütünlüğü içinde yetiştirilmesine bağlıdır. Günümüzün talihsiz gençleri, aile ihmâlkârlığının bağrında hayata gözlerini açtı ve kendini insafsız bir çevrenin, merhametsiz hâdiselerin, öldürücü fikir akımlarının ve felç edici neşriyatın kucağında buldu. Yarınları omuzlarında bayraklaştıracak olan bugünün dinamik güçleri, hâlihazırdaki durumun boğucu tesirinden kurtarılarak onlara kendi irâdeleri ile var olma ve yaşama yolunu göstermek, zamanımızın idareci ve zimamdârlarına1 düşen rabbânî bir vazifedir.
Yarınları kendilerine emanet edeceğimiz bu gençler, eğer irâdeleriyle var olma yolunda ciddî bir terbiye almaz veya alamazlarsa, diğer canlılar gibi, hatta daha aşağı bir seviyede, şehvet, hiddet, hırs misüllü alçaltıcı hislerin ve yetiştiği çevreden aldığı fena huyların baskısı altında kalır giderler ve bir daha da bu mahkûmiyetten kurtulamazlar. Şehvet, öfke, hırs ve verâset kanunlarının insan üzerindeki tesiri o kadar ciddî ve ağırlıklıdır ki; pedagojinin en yeni esaslarına göre, çok iyi terbiye görmüş gençlerde bile az çok kendisini hissettirmekte ve onları yanlış yollara zorlamaktadır.
İşte terbiye, pek çok maksat ve gâyeler için insan mahiyetine yerleştirilmiş bulunan bu türlü hislerin, azgınlaştırıcı tesirini kırıp onları iyiye, güzele doğru yönlendirerek zararlı gibi görünen bu duygulardan insanî kemâlâta giden yolları keşfetmek ve fertte fazilet duygusunu, irâde metanetini, düşünce kabiliyetini, hürriyet aşkını geliştirmek içindir. Hakk’a esaret ma’nâsındaki hürriyet aşkını!..
Şâyet, heves ve ihtirasların amansız pençesi altında hırpalanan nesillere, kendi ruhumuzu, iç dünyamızı aksettirici böyle bir terbiye verilmez, ahlâk ve fazilete giden yollarda onlara ışık tutulmazsa, milletimiz bugün de yarın da kargaşadan kurtulamayacaktır. Apaçık ortadadır ki kendi nesillerine soylu bir kültür ve irâdî terbiye veren milletler, geleceklerini teminat altına almış ve bütün mukaddeslerini emanet edecekleri en sağlam bekçileri keşfetmişler demektir. Çocuklarını ahlâk ve düşünce noktasında ihmâl eden cemiyetlere gelince; bunlar, yüksek değer ve mefhumlarıyla beraber, bütün bir milleti anarşi seylablarıyla baş başa bırakmış sayılırlar.
Her milletin, hayatiyet ve bekâsıyla bu kadar ciddî münasebeti olan tâlim ve terbiye mevzuu, hemen her ülkenin en başta gelen mes’elelerindendir. Bilhassa milletlerin buhranlı anları sayılan geçiş dönemlerinde, bu husus daha da ehemmiyet arzeder. Bu türlü dönemlerde ülke şartlarını kavrayamama, icraâtında, hissi mantığın üstünde tutma, plânlarını içinde yaşadığı krizli dönemin baskısı altında hazırlama ve kitlelerin hayhuyuyla şaşkınlığa düşüp yol ve yön değiştirme, millî bünyeyi, bir daha belini doğrultamayacak şekilde ırgalayacak ve yerle bir edecektir. Değil bunlar gibi ciddî mes’eleler; bu mevzuda en küçük bir hata, en ehemmiyetsiz gibi görünen bir dikkatsizlik, az bir ihmâl dahi, milleti altüst etmeye yetip artacaktır... Aslında bugüne kadar cemiyet fertlerinin hazan vurmuş yapraklar gibi savrulup gitmesi de hep iyi bir terbiye alamamış olmasından ve kültürsüzlükten kaynaklanmıştır. Yine de bu hassas nokta, daha az ehemmiyeti olan mes’elelerin yanında unutulup gidecekse “ya sabûr!” deyip bir hayli zaman daha Heraklit’imizi beklememiz icab edecektir.
Kanaatimce, bugün en ciddî, en derin, en büyük mes’e-lelerden daha büyük, daha hassas bir mes’ele varsa, o da geleceğin nesillerini kendi ruh kökümüze bağlı olarak yetiştirmek ve onları her türlü yabancılaşmadan kurtarmak mes’elesidir! Buna göre, bugün talim ve terbiye adına gösterilecek her gayret, yarının emniyet ve saâdetini; her ihmâl ve lâkaytlık da geleceğin sefâlet ve perişaniyetini netice verecektir.
Şu anda olsun, günümüzün mesûlleri, kitlelerin yıllar yılı perişaniyet ve derbederliğine sebebiyet veren hususları yeniden gözden geçirerek, ona göre bir bakış ve geleceğe aydınlık getirecek objektif bir anlayışla çocuklarımızın yetiştirilmesini ele almazlarsa, bu ülke ve bu millete çok yazık olacaktır.
Şimdi olsun, dünü bugünle, bugünü de yarınla iç içe ve müşterek mütalâa edebilecek, çağını idrak etmiş nesiller yetiştiremezsek -maâzallah- zamanın insafsız dişleri arasında çiğnenip gitmemiz mukadderdir. Evet, bulunduğu muhitin şartlarına göre duygu ve aletlerle teçhiz edilemediğinden ötürü inkiraza uğrayıp giden canlılar gibi, yaşadığı devri idrak edememiş milletler de yerlerini, var olmaya daha müsait başkalarına bırakır, mahvolur giderler. Tarihte yok olup gitmiş milletlerle nesli tükenmiş bir kısım canlı fosiller, Yaratıcı Kudret’in aynı kanunlarını göstermesi bakımından ne müthiş bir tablodur!
Mısır medeniyeti, Roma imparatorluğu, Endülüs kültürü, Osmanlı cihangirliği ve daha niceleri.. hep aynı gaddar dişler arasında çiğnenip gitmişlerdir. “İşte onlar, işte perişan yurtları!!” sönük bir renk, ölgün bir iz ve etnoğrafik bir kısım enkâz... Genç nesilleri belli bir gaye ve belli bir ideâl istikametinde ele almayan milletler için aynı korkunç girdap bütün ürperticiliğiyle ağzını açmış beklemektedir. Buna karşılık, çocuklarımızın ruhunda mayalayacağımız irâde gücü, terkipçi düşünce ve Hakk sevgisi, onları her türlü uyuşukluktan, yılgınlıktan, beklenmedik şeyler karşısında paniğe kapılmaktan kurtaracak ve çalışmaya şevklerini kamçılayarak, onlarda hamiyyet ve gayret düşüncesi uyaracaktır.
Günümüzün idareci ve zimamdârları, ilmî ve içtimâî hayatımızı yaşadığımız devir itibariyle nazar-ı itibare alma ve dünden bugüne, bugünden de geleceğe geçiş yollarını tesbit edip, yarınki nesillerin nasıl yetiştirileceği hususunu en parlak çizgileriyle belirleme, tâmim ve tâkib etme mecburiyetindedirler. Böyle bir düşünce ile şahlanmış ateşîn dimağların, aşk ve heyecanla coşan gönüllerin, bu mes’elenin üzerine yürüyecekleri güne kadar vatan ve milletin geleceğinden emin olmak ve ülkenin yükseleceğini beklemek oldukça zordur.
1) Zimamdar: İşi elinde tutan.

Nesillerin Maarifden Bekledikleri/Dahhak


Nesillerin Maarifden Bekledikleri
Tâlim ve terbiyeden ne anlamalıyız? Nesiller, nasıl ve ne suretle terbiye edilmelidir? Onlara, neleri, nasıl ve niçin okutmalıyız? Ve bu kudsî vazîfeyi kimler görecektir?
Terbiye ile alâkalı mevzûları ele alırken, kendi kendimize soracağımız bu suâllere, inandırıcı cevaplar bulma mecburiyetindeyiz.
Hedef ve gâyesi belirlenememiş bir talim ve terbiye sistemi, nesilleri şaşkına çevireceği gibi, nelerin nasıl öğretileceği ve terbiyede takip edilecek usûl ve metodun neler olacağı bilinmeden, gençlerin kafa ve ruhlarına yerleştirilen şeyler de onları sadece birer bilgi hamalı yapacaktır.
Milletlerin içtimaî yapılarıyla, terbiye usûl ve esasları arasında açık bir alâka, yakın bir bağ mevcuttur. Millet fertlerine nasıl bir terbiye verilirse, toplum da yavaş yavaş giderek o şekli almaya başlar. Zira, bugün yetiştirilen nesiller, yarının yetiştiricileri olarak vazife başına geçecek ve üstadlarından aldıkları aynı şeyleri, çıraklarının gönüllerine boşaltacaklardır. Milletlerin, cismanî varlıklarını devam ettirmelerinde, evlenme ve üreme ne ise onların ahlâkî ve içtimaî hayatları için terbiye de aynı şeydir. Evlenme mevzuunu sağlam esaslara bağlayamamış milletler, kendilerini inkirazdan kurtaramayacakları gibi, cemiyetin rûhî ve ahlâkî durumuna gereğince ehemmiyet veremeyen milletler de kat’iyyen uzun süre varlıklarını sürdüremeyeceklerdir.
Bir milleti meydana getiren fertlerden her biri, az çok diğerine tesir eder veya ondan birşeyler alarak onun tesirinde kalır. Bunun gibi an’ane ve gelenekler, uzak-yakın çevrenin tesiri de yetişmede önemli birer yer işgâl ederler. Bir âile reisi kendi âile fertleri arasında, milleti idare edenler de cemiyetin çeşitli kesimleri ve fertleri arasında kuvvetli tesir ve nüfûza sahiptirler. Buna göre, bir milletin kabiliyeti ölçüsünde yükselmenin en son noktasına ulaşması ve fonksiyonunu tamı tamına edâ etmesi, o milleti meydana getiren fertlerin düşünce, tasavvur, kültürüyle ve zimamdârlarının da plân, basîret ve hasbîlikleriyle yakından alâkalıdır. İdare edenlerin eğilip fertleri görüp gözetmeleri, fertlerin de birer içtimaî varlık hâline gelme yolundaki gayretleri, bir taraftan “herkes çoban ve herkes güttüğünden mes’ûldür” prensibinin, diğer taraftan da “yaşama yerine yaşatma zevkine” göre akort olmanın ifâdesidir.
Nesillerin yetiştirilmesiyle meşgûl olanlar, bu vazifeyi hangi nam altında yerine getirirse getirsinler, üzerlerine aldıkları mes’ûliyetin büyüklük ve ehemmiyetini bir an bile hatırdan çıkarmamalıdırlar. Bizler, çocuklarımızın geleceğini teminat altına alma uğrunda, her yolu dener, her ihtimâli değerlendirir, onların hiçbir şeye muhtaç olmamaları için her sıkıntıyı göğüsler, her zorluğa katlanır, onlara “cennet-âsâ” 1 bir dünya hazırlamaya çalışırız. Acaba onları, gerçek sermaye olan ahlâk ve fazilete yükseltemediğimiz; idrak ve kültürle istikrara ulaştıramadığımız zaman, bütün himmet ve gayretlerimiz boşa gitmeyecek midir?..
Evet, bir milletin en büyük sermayesi, ta’lim ve terbiyenin bağrında gelişen kültür, irâde sağlamlığı, ahlâk ve fazilet sermayesidir. Bu sermayeyi elde eden milletler, cihanları fethedebilecek bir silahı yakalamış ve dünya hazinelerini açabilecek sırlı bir anahtara mâlik olmuş sayılırlar. Aksine, bu terbiye ve bu anlayışa yükselememiş yığınlar, ilerde verecekleri hayat mücadelesinin daha ilk raundunda nakavt olup eleneceklerdir.
Eğer nesillerin dimağları yaşadıkları devrin fenleriyle, gönülleri de ötelerden gelen esintilerle donatılarak, rûhlarında birer fener hâline getireceğimiz tarih menşuruyla, onları geleceğe baktırabilirsek, inanın; bu uğurda sarfettiğimiz şeylerin en küçük parçası dahi heder olmayacaktır! Heder olmak şöyle dursun, kat kat fazlasını dahi alacağımız söylenebilir. Hatta diyebilirim ki; nesillerin yetiştirilmesi uğrunda harcanan her kuruş, o sağlam gönüllerde, o terbiye görmüş rûhlarda âdeta bir gelir kaynağı hâline gelecek ve milletçe, bitip tükenme bilmeyen bir hazine elde etmiş olacağız.
İyi bir terbiye görmüş ve yetiştirilmiş nesiller, hayat mücadelesinde, karşılarına çıkan her engeli göğüsleyebilecek, maddî-manevî her çeşit zorluğu yenebilecek ve hiçbir zaman ümitsizliğe düşmeyeceklerdir. Böyle bir idrakten mahrum tâlihsizler ise babalarından intikâl eden maddî serveti, har vurup harman savurdukları gibi, mânen de hep boşlukta, sallantıda ve karamsar bir hayat geçirecek, sonra da sefâletin kuduz dişleri arasında kahrolup gideceklerdir.
Bugün yolların ayrımında; kendi evlâtlarını ya insanlığa yükseltme veya insan azmanı olmaya terk etme mevkiinde bulunan zimamdarlar, nasıl Kaf dağından ağır bir sorumluluk yüklendiklerini düşünerek, yıllar yılı ihmâllerin meydana getirdiği ciddî çürümelere karşı; daha sağlam, daha tutarlı tedâvi yolları bulma mecburiyetindedirler. Yoksa bugüne kadar, çeşitli erozyonlarla, ellibin defa varlığının en kıymetli cevherlerini meçhûl denizlere kaptırmış bahtsız nesiller, bütün bütün “kuvve-i inbâtiye” lerini2 kaybederek, tamamen verimsizleşecek ve bir daha da kendi özleriyle varlığa eremeyecek, geçmişteki ihtişamlarına ulaşamayacaklardır.
1) Cennet-âsâ: Cennet gibi.

2) Kuvve-i inbâtiye: Nebâtı bitirme, tohumu yere dikip yeşillendirme hissi.

12 Mart 2008 Çarşamba

Zaman Muamması



Zaman Muamması
Bizim, ileri ülkelerden, ne fizikî güç ne de ma’nevî değerlere sahib olma bakımından herhangi bir eksiğimizin olduğu kat’iyyen söylenemez. Ne var ki zamana sözünü geçirme, onunla içli-dışlı olma ve onun her parçasını bir pırlanta gibi değerlendirmeden yana, onlardan geri, hem çok geri olduğumuz da bir gerçektir.
Zaman, üzerinden geçilip gidilen bir boşluk değil; o, yakalanıp kullanılacak bir cevher, her günkü piyasa ve pazarın en kıymetli metâı ve dünya ticarethânesinde insanoğluna bahşedilmiş bir ana-para ve sermayedir. Dün ve bugün, zamanın sırrını kavrayanlar, eşyâ ve hâdiselere nüfuz ede ede onda var olmanın özünü keşfettiler. Zamanı bir boşluk telakkî edenler ise onun öğütücü dişleri arasında eriyip gittiler.
Eğer mazideki şerefli yerimizin yeniden kazanılması, ihtişam dönemimizin bir kere daha yaşanması ve milletlerarası işlerde, muvazene unsuru olmamız arzu ediliyorsa; evvelâ; zamana hâkim olmanın yolları araştırılmalı, bu ilâhî sermayenin zerresi dahi heder edilmemeli ve onu, en iyi şekilde değerlendirme usûl ve metodu nesillere ezberlettirilmelidir.
Geçmişimizin sımsıkı elde tutulması, geleceğe ait plân ve projelerin bu düşünce üzerinde gerçekleştirilmesi; bunları yaparken de herşeye, içinde yaşadığımız zamanı idrak adesesiyle bakılması bu yolun biricik esasıdır. Yoksa dün mutlu ve şanlı imişiz; bugüne faydası ne? Halihazır ve umûmî durum, rahat ve saadet bahşediciymiş; yarınlara bundan ne kalacak? Gelecek, hayâller üzerinde sırça saraylarsa bugünün bedbahtlarına kazandıracağı nedir? Evet, geçmiş, başlarda bir tâk gibi görülüp onunla övünülmelidir ama gelecek için de ölesiye gayretlerle, o seviyede hazırlanılmalıdır ki; o şanlı mazîler, kitapların güve düşmüş sayfalarında birer süslü üsture olarak kalmasın..!
Her zerresi bir hikmet dünyası, her lâhzası bir ders alma devresi olan varlık -ona dikkatle bakan uyanık ruhlar için- teşhir edilen her sayfasıyla gönüllere ilham kaynağı bir kitap, ondan duyulacak her ses de marifet aşılayan bir hitabdır.
Pırıl pırıl güneşi, masmavi semâyı, sonsuzluk düşüncesiyle kaynayıp duran uçsuz-bucaksız denizleri seyretmek; yer yer zirveler ve ovalar arasında, yerin halifesi şuuruyla çevreyi temâşâ edip durmak; teleskoplarla mekânın derinliklerini gözetleyerek uzak yıldızlarla yüz yüze gelmek; mini mini böcekler âlemine inerek onlarla içli-dışlı olmak; baharların, yazların, sonbaharların, kışların peşi peşine akıp gitmesi içinde tabiat hâdiselerini sezmeye ve tanımaya çalışmak; göz ve kulakların muhteşem dünyası üzerinde tekrar tekrar durup düşünmek; ormanların derinliklerindeki vahşî gürültüleri, rüzgârların tatlı esişini, ağaç hışırtıları ve yaprak sesleriyle beraber duymağa çalışmak; otların, ağaçların dallarında taht kurmuş gündüzün yanık bağırlı gazelhânlarını, gecenin beliğ hatiblerini dinlemek; mabedler ve başka san’at eserlerinin sîmalarında, dâhîyâne çehreleri görmeğe çalışmak; sıcağı-soğuğu, acıyı-tatlıyı, güzeli-çirkini peşi peşine seyredip zıtlardaki bütünleştirici ruhu görmek; hayatın her saniye, her salise, her âşiresine.. başka başka tefekkür tabloları takarak geleceğin dünyalarını, ruh ikliminde ve dış âlemde, ortaya koyacağımız yeni terkip, yeni tahlil, yeni buluş ve yeni keşiflerle selâmlamak... Evet, bütün bunlarla var olmak, varlığın akışına hız kazandırmak, sonra da bir hiç gibi sıyrılıp devreden çıkmak... İşte zamanla bütünleşmenin aydınlık yolu..!
Zamanın kısalığından dem vuranlar, çalışıp düşünmeye vakit bulamamadan şikayet edenler ve hep zamana sövüp ondan dert yananlar varsın gaflet ve dalâletlerinde bocalaya dursunlar; zamanın her parçasına ruhunun ilhamlarını işleyen büyük ruhlar, onu olduğundan daha fazla ve daha geniş bulmuş ve bu ilâhî armağanı değerlendirerek eşyâ ve hâdiselerin her yanını didik didik etmişlerdir. Gazâliler bu dikkat ve teyakkuzla varlığın verâsındaki gerçeği sezerek, onda ikinci bir varlığa ermiş; Mevlânalar, zamanın coşturucu soluklarıyla kendilerinden geçmiş ve bir velvele olarak cihanın her yanını sarmış; Newton’lar, bir elmanın yere düşmesi gibi en küçük hâdiseleri dahi değerlendirerek, kâinat kitabının sînesindeki “çekim kanunu”nu keşfetmiş ve zamanın herşeye yetebileceğini ispatlayıp ortaya koymuşlardı. Zamanla bütünleşmiş bu üstün kametler, geçmişin mirasını, en iyi şekilde değerlendirmiş, yaşadıkları devri tekrar tekrar hallaç etmiş, görünüp bilinecek noktaya çıktıkları andan itibaren de dünyanın dört bir yanında saygıyla selâmlanmış ve en sert kayalar üzerinde yeşeren tohumlar gibi, en ibtidâî toplumların vicdanlarında dahi kök salmışlardır.
Geleceğin bahtiyar nesilleri, zamanı değerlendirmesini bilecek; düşünürken çalışmayı, çalışırken okumayı, okurken de ideâlleri uğrunda hizmet vermeyi ihmâl etmeyecek, daima canlı, daima renkli olmasını bilecektir.

Kahraman


Kahraman

Dahhak
Kahraman tarihin en esaslı malzemesidir. Milletlerin tarihi, kahramanla yükselir. Kahramanı olmayan bir milletin tarihi sığ ve durgun bir göl gibidir; büyük ve geniş de olsa, iç açıcı ve inşirah verici değildir.
Yunanlı, tarihini bir kısım esâtîrî kahramanların omuzlarında bayraklaşdırdı. Kadim Roma, Sezar ve onun gibilerle tarihe mâl oldu. Kartaca Anibal’in vesâyâsı altında sesini insanlığa duyurabildi. İran Firdevsî’nin mâhir, oynak ve velûd kalemiyle en rengîn ve zengîn kahramanlık destânlarına ulaşdı. Ve daha niceleri niceleriyle...
Millet vardır, onun tarihi, tek sütun üzerine oturtulmuş bir kemer gibi, tek bir kahramanın etrafında örgülenir. Millet de vardır, onun tarihi, yüzlerce kubbesi olan bir ma’bed gibi, binlerce sütuna dayanıp yükselir. Makedonya, tarih-i kadimiyle İskender’in omuzlarında yücelmiştir. Fransa, Napolyon’un; Almanya, Bismark’ın veya farklı bir anlayışa göre Goethe’nin.
Bizim tarihimizde ise, ne kahramanları saymak, ne de isimlendirmek mümkün değildir. Belki ona bütünüyle “Kahramanlar tarihi” demek daha uygundur. Çünkü bu millet, yıllarca, hasım bir dünya karşısında, yerinde taarruz ve yerinde müdafaasıyla, o kadar çok kahraman çıkarmışdır ki; Ömer desen, arkadan Halid’in kükreyişi duyulur. Fâtih desen Yavuz’un sesi yükselir. Fetih desen, Mohaç desen bütün bir Anadolu inler; Çanakkale’lerin uğultusu işitilir... Tarihinde, kahramanlıkların, böylesine sıra sıra geçit yaptığı ikinci bir millet göstermek oldukça zordur.
Batılı, bu milletin ciddî bir tarihi olmadığını söyler. Doğrudur. Hani Malazgirt’in kanatlanan yiğitlerinin hikâyesi? Hani üveyk olup batıya pervâz edenlerin serencâmesi; hani her defasında haçlıları göğüsleyenlerin mezarı ve kitâbesi? Ve, hani “yurdunu alçaklara çiğnetmeyen”lerin kümbeti ve türbesi..?
Başkaları, kendi tarihlerinin en değersiz hâdiselerini, en ehemmiyetsiz vak’alarını ihtimamla kaydetmelerine karşılık, nerede benim geçmişimin, herbiri başlı başına bir tarih sayılan kahramanlık destanları? Molla Hüsrev gibiler, neden “i’tilâ dönemi”nin (1) tarihini yazmadılar? Neden Yavuz Selim gibilerin askerî güç ve dehâları, idârî kabiliyet ve âlemşümûl tedbirleri kendi devirlerinde kaydedilmedi? İbn-i Kemâl gibi muktedir bir dimağa ne olmuşdu ki, “doruk dönemi”nin vak’alarını “hezar-fen” (2) kalemiyle tesbit etmedi? Lûtfedip de, son meçhûl kahramanımızın kitabesini yazan “Viranelerin Yascısı” dertli şairin: “Gömelim gel seni tarihe! desem sığmazsın.” mısraını duyacağımız âna kadar, bu sorular kafalarımızı kurcalayıp durdu. Şimdi ise, tarihi yazılamayacak kahramanların da bulunabileceğini düşünüp teselli olmak istiyoruz.
Evet, millet vardır, “tarih” deyip destan yazar. Ve kitâbelerle geçmişine ihtişam kazandırır. Bunlara, tarih yazan milletler diyebiliriz. Millet de vardır, tarih yapar, destan ve türküsünü başkalarına bırakır. Öyle zannediyorum ki, tarihî literatürlerimizin “fakr-u hâlinin” altında da, bu husus yatmaktadır. Biz kahramanlık gösterip tarih yapdık. Onun akustiğini, kapıkulu ve halâyiklerimize bırakdık.
Gladyatör, kendi kahramanlık mücadelesini göremez ve sezemez. Onu arenanın çevresindeki seyirciler daha iyi görür ve daha iyi tesbit ederler. Eğer mutlaka bizim için de bir kahramanlık destanı gerekli ise, ben şahsen onu, insaflı bir yabancının kaleminden dinlemeği tercih ederim. Lamartin’in, takdir dolu gözlerinden, tarihimin bağrına damlayan yaşlar; Piyer Loti’ye, mezarlarımdaki selvilerin gölgesinde gömülme arzusunu uyaran güzellik ve câzibe, Peçevî’nin ustûrelerinden daha canlı ve daha tesirlidir zannederim. Görkem odur ki, onu başkaları beğenir. Fazilet ve kahramanlık odur ki, onu düşmanlar dahi takdir eder.
Bir de içe doğru ve benlikde derinleşen mâverâî (3) bir kahramanlık vardır ki, ne doğu ne de batı, böyle bir kahramanlığı hiçbir zaman tanıyamadı. Bu itibarladır ki, tarihin sayfalarına aksetmemiş bu kahramanlığı, ancak benim ülkemde görmek mümkündür.
Evet, kahramanlığın bu çeşidini görmek için, mutlaka bu diyara seyahat lâzımdır. Zira, nefsine gurur geldi diye, sırtına bir çuval un yükleyip, halkın içinde yürüyen devlet reisi; bir hamlede batının en güçlü ordularını târumâr edip, sonra kralın sarayındaki hazineler karşısında: “Dün bir berberiydin, bugün muzaffer kumandan, yarın toprak altında hesaba hazır bir insan” diyen, başı dönmemiş, bakışı bulanmamış kumandan; şarkı, garbı halâyık olarak kullandığı bir dönemde, bir hakikat erinin atının ayağından sıçrayan çamurla lekelenen cübbesinin, tabutuna sarılması tavsiyesinde bulunan büyük asker ve idare adamı, ancak bu ülkenin insanları arasından zuhur etmişdir.
Evet, orduların başında cihanı ezip geçen; tahtına oturduğunda dünyaları idare eden; gece halvetde (4) zâhit kesilen gerçek kahramanı tanımak için, behemehal bizim ülkemize uğramak lâzımdır. Çünkü tahtlarla, tâclarla başı dönmeyenler; mebde ve müntehâsı aynı gidenler; önü-sonu birbirine benzeyenler; hayat ve hâdiseler karşısında değişikliğe uğramayanlar; aşkı, heyecanı ve iniltileriyle meleği, feleği velveleye veren talihliler, sadece bizim dünyamızda bulunur.
İffet bizim ülkede yetişen nilüferdir. Hasbîlik bizim ilin gülüdür. Diğergâmlık (5) bizim bahçelerin lotus’udur. Bizde bulunur, vâsıl olup tadmamak. Bizdedir, yaşatma arzusuyla yanıp tutuşmak ve yaşamayı unutmak. Bizim insanımız bilir, hizmetde önde, ücrette arka sıralarda bulunmayı. Dünya, bizde gördü, bizde tanıdı sevilmeden sevmeyi...
Fütüvvet (6) bizde şehbâl açdı. Şehâmet, gayret bizde tuğlaşdı. Gülbanklar, bizde dünya ve ukbâyı bir araya getiren besteler hâline geldi. Ve asırlarca insanımız, bu mutlak âhengin “demine, devrânına (hû) çekdi..”
Onun için, bu ülkede münferit kahramanlık aramak, beyhudedir; aransa da bulunamaz. Bu ülkede kahramanlık sıra dağlar gibi bitevî ve her yeri zirvedir. Bunu dost da, düşman da böyle söyler, böyle bilir.
Sen de “Görürsün, hissedersin, varsa vicdanınla imanın;Ne müthiş bir hamâset çarpıyor göğsünde” vatanın.Ebna-i vatanın (7) ve O’na rûh veren Furkânın (8).
1) İ’tilâ dönemi: Yükseliş dönemi.

2) Hezar-fen: Çok bilen, bir çok sanatı birden çok derecede yapabilen.

3) Mâverâî: Öteye mensub. Diğer âlemle alâkalı.

4) Halvet: Tek başına kalmak. Tenhaya çekilmek.

5) Diğergamlık: Başkalarını düşünme.

6) Fütüvvet: Yiğitlik, cömertlik. Dostlara af ve safh ile muâmele.

7) Ebna-i vatan: Vatan çocukları.

8) Furkân: Kur’ân-ı Kerim. Hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı, iyi ile kötülüğü fark edip ayıran.

Bizim Maarifimiz 1


Bizim Maarifimiz 1
A.Şahin
Her ders yılına girerken, mektebi ve muallimi düşünmeden edemeyiz. Nasıl düşünmeyiz ki, mekteb, hayatî bir laboratuar; derslerimiz hayat iksiri; muallim ise bu esrarlı şifahânenin kahraman üstadıdır.
Mekteb bir öğrenme yeridir. Orada hayat ve ötesine aid herşey öğrenilir. Aslında hayatın kendisi de bir mektebdir. Ne var ki biz, hayatı da ancak mekteb sayesinde öğreniriz.
Mekteb, hayatî hâdiselerin üzerine irfan hüzmeleri göndererek onları aydınlatır, talebelerine çevrelerini kavrama imkânını hazırlar. Aynı zamanda gayet hızlı olarak eşya ve hâdiseleri keşfetme yolunu açar ve insanı düşünce bütünlüğüne; tefekkürde istikamete ve çokda, Tek’e götürür. Bu ma’nâda mekteb aynı ma’beddir ve o ma’bedin azizleri de muallimlerdir.
İyi bir mekteb, ferdde fazilet duygularını inkişaf ettiren, müdâvimlerine ruh yüceliği kazandıran melekler otağıdır. Talebelerine hoyratlık aşılayıp onları canavarlaştıran bina görünümlü bir kısım harâbeler ise, birer çiyan yuvasıdır ve insanımız, asırlardan beri ters işleyen bu kabil irfan ocakları karşısında hep hacâletten iki büklümdür.
Gerçek muallim, saf ve temiz tohumun ekicisi ve koruyucusudur. İyisiyle, sağlamıyla meşgul olmak onun vazifesi olduğu gibi, hayat ve hâdiseler karşısında ona yön vermek ve hedef göstermek de ona aiddir.
Bin koldan akıp giden hayatın, kendine has hüviyeti kazandığı yer mekteb olduğu gibi, çocuğun gerçek şeklini aldığı ve benliğinin sırlarına erdiği yer de mektebdir. Dağınık bir ırmağın dar bir geçitde katlanıp kendine has ihtişamiyle görünmesi veya ağaçdaki saf hayatî sıvının billûrlaşıp güneş hüzmeleriyle münasebete geçmesi gibi, hayatın çokluk içinde akışı, mekteb sayesinde vahdete ulaşır; tıpkı bir meyvenin, ağacın cihetü’l-vahdetini (1) izhar etmesi gibi...
Mektebin, hayatın sadece bir parçasında insanı alâkadar etdiği zannedilir; aslında o, kâinat mektebindeki bütün dağınık şeyleri bir arada görme ve gösterme vazifesiyle, çıraklarına daimî okuma imkânını hazırlayan, susarken dahi konuşan bir yuvadır. Bu itibarladır ki o, hayatın sadece bir bölümünü işgal ediyor görünse bile, bütün zamanlara hükmeden ve hâdiselere sözünü dinleten hâkimiyetin remzi bir yuvadır. Bir çırak hüviyetiyle mektebe intisab eden her talebe, bütün bir ömür boyu oradan aldığı dersi tekrar eder durur. Oradan alınıp benliğe mâl edilen şeyler, birer tasavvur, birer hayal olabileceği gibi, birer hakikat, birer hüner de olabilir. Asıl mes’ele ise, elde edilen şeylerin fazilete giden yollarda, bir rehber ve kapalı kapıları açan sırlı bir anahtar olmasıdır.
Mektebde, ilim benliğe mâl edilir ve insan bu sayede yaşadığı katı ve madde dünyasının buudlarını aşar ve bir bakıma sonsuzluk sınırına ulaşır. Benliğe mâl edilememiş ilim ise, insanın sırtına vurulmuş bir yük, hem de mahcûb edici bir yükdür. Böyle bir bilgi, sahibinin omuzunda bir vebâl ve şuuru teşviş eden bir şeytandır. Evet, fikre bir aydınlık, ruha kanatlanma vâdetmeyen her türlü kaba belleme ve ezbercilik, benliği aşındıran bir törpü ve kalbe indirilmit bir darbedir.
Mektebin vereceği en iyi ilim, dışdaki hâdiselerle içteki irfanın uç uca getirilmesinden ibarettir. Bu mektepte muallim ise, dışımızda yaşanan içimizde canlılık kazandıran mürşiddir. Şurası muhakkak ki, hiçbir zaman değişmeyen ve durmadan derslerini tekrar eden en büyük mürşid ve en doğru üstad hayattır. Ne var ki, doğrudan doğruya ondan ders almasını bilmeyenler için aracılara ihtiyaç vardır ve bu güzide aracılar da, hayatla benlik arasında kürsü kuran ve hâdiselerin muğlak ifâdelerine tercüman olan muallimlerdir.
Gazeteler, kitaplar hatta radyo ve televizyon belki insanlara birşeyler öğretebilirler. Ama, kat’iyyen gerçek hayatı ve onun insan içinde akıp gitmesini öğretemezler. Hergün ayrı bir sancı ve ızdırapla talebenin gönlüne inen, ders ve davranışlarıyla onun dimağına silinmez renkli çizgiler bırakan muallim, yeri doldurulmaz bir öğreticidir. Onun içindir ki günümüzde herşeyi kolaylaştırma usulü sayılan batı metoduyla talebeye birşeyler verilebilse bile, hiçbir zaman iyi örnekler verilemeyecek ve ilimlerin gayesi öğretilemeyecektir. Bu güzel şeyler, ancak, sîması hakikat gamz eden, bakışları alabildiğine derin ve çıraklarına vereceği herşeyi gönül menşurundan geçiren muallim tarafından verilebilecektir.
Havarî, Hazreti Mesih’in çarmıha gerilme tehdidine rağmen ders verdiğini görmeseydi, arslanların ağzına atılırken gülmesi lâzım geldiğini nereden öğrenecekti? İlk ve son yolun en büyük mürşidine bel bağlayanlar, onun kanlar içinde dahi gönüllere yumuşaklık dilemesini görmeselerdi, ateşte “berd ü selâm” (2) olduğunu nereden bileceklerdi...?
İyi bir ders, mektebde ve muallim önünde öğrenilen dersdir. Böyle bir ders insana sadece birşey vermekle kalmaz; onu sonsuz bilinmeyenlerin huzuruna yükseltir ve ona sınırsızlık bahşeder. Bu dersin talebesi nazarında her hâdise, görünmeyen âlemler üzerinde bir kaneviçe, o da hareket eden levhalar arkasında hakikatların müşâhidi olur.
Böyle bir mektebde ne öğrenmeden ne de öğretmeden doymak düşünülemez. Nasıl düşünülür ki, kanatlanan muallimin himmeti, çırağını kâh yıldızlara yükseltir, kâh vicdanda soluk aldırır ve bu iki şey arasında duyulan hayret, hasıl olan düşünce, onları yaşadıkları buudların dışına çıkarır.
İşte bize göre gerçek muallim; teker teker eşya ve hâdiselerdeki nirengileri yakalayan, bir ahize ve nâkile kontaklaşması gibi, hayat ve vicdan arasında münasebet kuran, herşeyden gerçeği duymağa ve her dille ona tercüman olmağa çalışan, Yunus diliyle;
“Tur dağında Mûsâ ile, Elindeki âsâ ile, Deryalarda mâhî ile, Sahralarda âhû ile...” onu söyleyen insandır.
Rousseau’nun üstadı vicdan; Kant’ınki vicdan ve aklın iltisakı... Mevlâna ve Yunus mektebinde ise üstad Hazreti Muhammed (sav)... Kur’ân, bu ilâhî dersden nâğmeler ve söyleyişler; ama bütün sözleri kesen, çokta biri gösteren, sırlı söyleyişler...
Mekteb bu ışığın odaklaşacağı mukaddes yuva. Muallim bu esrarengiz laboratuarın sehhâr üstadıdır. İki büklüm belimizi sihirli elleriyle doğrultacak, ufkumuzu kaplayan karanlıkları temiz soluklarıyla giderecek mukaddes üstadı...
1) Cihetü’l-vahdet: Birlik ciheti.2) Berd ü selâm: Serin ve emniyetli.

Bizim Maarifimiz 2
Öğrenme ve öğretme göklere dayalı iki yüce vazifedir. Bu vazife ile, insanın ruhundaki ehlîlik ve ehliyet ortaya çıkarılır ve o, topluma armağan edilecek hâle getirilir. Öğrenme ve öğretme inbiğinden geçmemiş fertde, insanî meziyetler ve yükseltici hususiyetler gelişmediği için, içtimâî bir hüviyet aramak da beyhudedir.
Ancak, neyin öğrenilip, neyin öğraenilmemesi lâzım geldiğini ve nelerin ne zaman verileceğini bilmek de, en azından öğrenme ve öğretme kadar mühimdir. Bilgi adına mevsimsiz verilmiş nice şeyler vardır ki, dimağı çepeçevre sarmış bir sis gibidir. Böyle bir bilgi, sahibine ışık tutamayacağı gibi başkalarına da faidesi olmayacaktır.
Bilmek zâtî bir değer ifâde etse de, çok defa tâlibinin omuzunda bir yük ve bir vebâldir. Hele herşeyi bilmek isteyenlerin ve sırf bilmiş olmak için ilim edinenlerin bilgisi, onları birer malûmat hamalı yapmadan başka bir şeye yaramayacaktır.
Öğrenilip ve öğretilecek herşey, insan şahsiyetini bütünleştirici ve iç âlem ile, eşya ve hâdiseler arasındaki ince münasebeti keşfe ma’tuf olmalıdır. Hatta bundan da öte, öğrenilen şeye aid her parça, pratiğe sağlam bir mesned ve yeni terkiblere götürücü esaslı birer rehber mahiyetinde bulunmalıdır.
Şahsiyetimizle eşyâ arasındaki esrarı çözmeye ma’tuf olmayan bir ilmin, haricî dünya adına ve onunla bütünleşme hesabına bize kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Aynı zamanda bu durum vicdanın böyle muammalar karşısında mahkûm olması demekdir. Vicdana kol kanad olup onu seyyâl kılacak husus, onun hâricî duyuşlarıyla, içdeki bulunuşudur. Binâenaleyh o, bu kol ve kanaddan mahrum edilince, aslâ kendinden bekleneni edâ edemeyecekdir. Onun için, sadece öğrenmek ve önüne gelen her şeyi öğrenmek, götürdüğü şeyler itibariyle hiç bilmemekden daha tehlikelidir.
Bu itibarladır ki, insanı bilgi budalası yapabilecek bilgileri öğrenmek yerine, kâinatla bütünleşmeye götürücü şeylere gönül verilmelidir. Bu husus, düşüncenin ilk merhalesi, öğrenme ruh ve ciddiliğinin de en sağlam belirtisidir. Bu te’minatı elde ederek ilim yoluna koyulma, insanı ezbercilik ve hâfıza müsabakasından kurtaracağı gibi, materyalizmin içine düştüğü kışırla iştigal ve hezeyanlardan da koruyacakdır.
Herşeye merak sardıran ve her gördüğünü ve duyduğunu öğrenmek isteyen, ciddî hiçbir şey öğrenemez. Gerçek ilim ve tefekkür “bu lâzımdır” denen şeyle, iştigal nisbetinde elde edilir. Fuzûlî ve sırf merak sâikasıyla öğrenilen şeyler ise, çok defa öğrenen için öldürücü zehir te’siri yapar. Ya, tertemiz genç dimağlara ve hele hele onun kalbî ve ruhî yapısına zıd olursa...
Gençlere öğretilecek şeylerle, onları birer hâfıza hamalı kılmakdan ziyâde, yaş ve kültür durumları nazarı itibara alınarak, gördüğü nesnelerin ötesinde gayeler hissettirilmeli ve öğreneceği şeyler, hazmedebileceği ölçüde verilmelidir. Daha ilk mektebde çocuğa cihan coğrafyası, beşer tarihi veya felsefe ile taşıyamayacağı bir yük yüklemek, ders için de, talebe için de talihsizlikdir.
Hergün, ilim adına, çırağını bin şübhe ve tereddüdle baş başa bırakan öğreticiye muallim denemeyeceği gibi; talebesini bir laboratuar ciddiliği içinde doğru neticelere götüremeyen mektebe de mekteb denemez.
Âile ve içtimâî çevrenin, gence bir tey vermeyiti ve veremeyiti bir gerçekdir. Ancak bir batka tarafdan, onun yüce duyguları ve iç âlemi askıya alınmasaydı ve etrafdan akıp akıp ruhuna gelen örseleyici ders ve telkinler olmasaydı, hiç olmazsa onu, safvet-i asliyesi içinde korumak mümkün olacakdı. Heyhât..! Günlük televizyon haberleri, siyasî polemikler, sporlar ve sporcular ve sırf merak uyarma maksadıyla tertib edilmiş yalanlar, tezvirler ve her türlü aldatmalar ve sansasyonlar o zaif dimağları, o denlü işgal etmişdir ki, bu Kafdağından yükü, değil o cılız varlıklar “benim diyen” her babayiğit dahi rahatlıkla yüklenemeyecekdir.
Bu kadar yük altında mektebdeki derslerin anlaşılması; anlaşılıp kavranması ve hayatın içine sokulması; hele hele onlarla yeni terkiblere ulaşılması aslâ mümkün olmayacakdır. Bir de buna, talebesini bilgi hamalı yetiştirme programı eklenmişse, artık vay haline o mektebin de, talebenin de...!
Günümüzün tembel talebeleri veya bu bozuk havanın tembelleştirdiği çıraklar, daha çok, çile çekmeden elde edilen şeylerin peşindedirler. Günlük hayatlarında onları daha çok meşgul eden şeyler: Gazete haberleri, sporlar ve sporcular, film ve artist isimleri ve gençlik heyecanlarından istifade edip, onları birer insan azmanı haline getiren bir kısım izm’li müskirât ve mükeyyifatdır (1). Böylelerine bir fâtihlik ve kâşiflik anlatmak en güç şeydir. Evet, emek ve çile isteyen büyük insan olma yolu, onlara göre en menfur şeydir. Çalışmayı, hele metod ve sistem içinde çalışmayı asla sevmezler. Bir de buna, günümüzün renkli hâdiselerinin vitrinleştirilme ve sahnelendirilmesi ilâve edilecek olursa, doğruyu öğretme sancısını çekenlerin vay hâline!
Asrımız içinde cereyan eden hâdiselerin çokluğu, araştırmaların artması, ilmî eğrilerin ihtimâliyatı yeniden hızlandırıp sahneye sürmesi; tecrübelerle elde edilen kat’îliklere nisbeten, istatistikî bir havanın daha çok revâç bulması, insanoğlu için herşeyin kavranabilir olmasını imkânsız kılmaktadır. Esasen böyle bir teşebbüs de, hem öğrenen için hem de öğreten için boş bir gayret ve budalalıkdır.
Günümüz, iş bölümünü, vazife taksimini ve ihtisaslaşmayı zarurî görmektedir. Her ferd; eşya ve hâdiselerin bir bölümünü keşfe koyulacak ve kendinden bekleneni verebilmek için o uğurda fâni olacakdır.
Şimdi bir kere düşünün! Zihni günlük hâdiselerle işgal edilmiş, ruh dünyası kısır boğuşmaların alçaltıcı baskısı altında ezilen bir gencin gönlüne bir şey koymak mümkün müdür? Ve hele kafasına takılan şeyler, hayvanî hisleri ve beşerî garîzeleri tarafından hüsn-ü kabul görüyorsa... Allah’ın günü, onun yüce hisleri üzerine bir balyoz gibi inen, kudurtulmuş şehevî arzu ve ihtiraslar, onda okuma ve düşünmeye mecâl bırakır mı..?
İyilik ve güzellik bilgisi, yozlaşma ve soysuzlaşmaya karşı savaşan bir ordu gibidir. Genç, bu kuvveti, mekteb ve mekteb vazifesini yapan muhitinden alacakdır... O, ancak bu lâhûtî bilgiyle donatıldığı zaman, fenalıklara mukavemet gücünü kazanır ve iradesinin kanatlarıyla yükselir.
Hiçbir şey bilmeme, gencin elini kolunu bağlayıp onu müdafaadan mahrum bırakacak, yanlışın ve kötünün öğretilmesi ise onu felç edecekdir.
Ne acıdır ki, asırlardan beri milletimizin ömür törpüsü sayılan bu hususa karşı, henüz toplu bir kıyam ve bir seferberlik hissi görülmemektedir.!
1) Müskirat ve mükeyyifat: Sarhoş edici ve keyif vericiler.