16 Haziran 2008 Pazartesi

Seyyah Kelimeler



Seyyah Kelimeler

Bütün dillerde, birçok kelime başka dillere geçmiş, denizler aşırı ülkelere seyahat etmiştir. Bazıları gittikleri yerlerde vatan tutup kalmış âdeta evlenip çoğalarak bir kelime topluluğu meydana getirmişlerdir. Bazıları kök atıp bir aile meydana getiremedikleri için yok olup kaybolmuş, arkalarından bir nesil bırakamamışlardır. Bir kısım kelimelerin, kendileri veya torunları tekrar kendi memleketlerine döndüklerinde öyle bir hüviyet değişikliğine uğramışlardır ki, artık tanınmaz bir hâl almışlardır...Bu gerçek bütün dil âlimlerince bilindiği halde, bizde bilinmemezlikten gelinmiştir. Bu fıtrî kanuna karşı, bilerek veya bilmeyerek gözlerini yumanlar, dilimizde yerleşip kökleşmiş, renk renk meyve vermiş binlerce kelimeyi, yabancı sayarak lügatlarımızdan ve dillerimizden atmak istemişlerdir. Fakat yepyeni sürgünlerle, taptaze fidanlarla en ücrâ yerlerimize kadar giren bu kelimeleri ve onlardan meydana gelen kelime ailesini sürüp çıkarmanın imkânsızlığını görünce bu sefer, bütün kelimelerin bizim dilimizden çıktığını bütün dünya dillerinin Türkçeden doğduğunu iddia etmeye başlamışlardır.Bunun neticesinde meydana gelen garabetleri önceki sayılarda arzetmeye çalışmıştım. Bu sayıda da bir başkasına işâret ettikten sonra, bir çok ülkeyi gezip dolaşan bazı kelimelerden bahsetmek istiyorum."Yafetik Okul"u kuran Rus dil bilginlerinden Nikola Marr (1865 - 1934)'dan "rahmetli Marr" diye "Arapçanın Türk Diliyle Kuruluşu" isimli eserin 1. cildinin 5. sayfasında bahseden Prof. Naim Hâzım Onat, imparatorluğumuzun hâkim olduğu dönemlerde Türkçeden Arapçaya ister istemez giren kelimeleri delil getirerek aslında Arapçanın Türkçeden doğduğunu isbata kalkışmış ve bu mevzuda 1944'de büyük hacimde adı geçen eseri neşretmiştir. Bu eserden gâye güneş dil teorisini desteklemekti....Otobüs kafilesiyle hacca giderken bir kavga ile karşılaşan bir hoca efendi şöyle demişti. "Ayıralım diye Arapça bağırıp çağırarak kavga eden bir kalabalığın içine girince, oradaki vatandaşlarımızdan birisi bana —"Lâ tükarışhâ!"Yani kavgaya karışma diye engel olmak istemişti..." Burada karışmak masdarından gelen kelimenin Arapça kalıba uydurularak "neni hâzır" siğasına nakledildiğini görüyoruz. Şimdi bunun gibi Arapça "telfene" "telefon etti" demektir. O zaman Arapçanın Yunanca'dan doğmuş olduğunumu iddia edeceğiz. Araplar telefona "hâtif derler ama, "tilifun" diye de kullanırlar. Nitekim "mibsâr" dedikleri yunanca asıllı televizyona da "tilifizyun" derler. Hatta bu kökten olmak üzere kullandıkları "Telfeze" kelimesi uzaktan görüş demektir.Gorci Zeydan diyor ki: "Arapça fiillerden büyük bir kısmının câmid isimlerden çıktığı ve aslında yabancı bir kelime olup sonradan arapçalaştırıldığı gözden gizli kalmıyacak bir hakikattir. Meselâ, Felsefe, tefelsefe gibi... Bunların aslı Philosofia kelimesidir ki Philia "sevgi", Sofia, "hikmet" köklerinden birleşmiştir. Bu çeşit kelimeler Arapçada çoktur, bunlardan en çoğu Farsça, Yunanca, Lâ-tinceden alınmıştır. Diller eğreti kelime almak ihtiyacından hiçbir zaman kurtulamaz. Halkın "istif etti" yerinde kullana-geldiği"settefe" kelimesini sözlüklerde göremeyiz. Anlaşıldığına göre bu da, her ikisi de aynı köke dayanan "Stow" "Stuff'tan alınmıştır. Halkın bunu ingilizlerden aldığı büyük bir ihtimalle söylenebilir. Biz kelimelerin göç hikâyelerini dinlerken, göçmen insanların kıssalarını duyar gibi oluruz.Meselâ "şah" kelimesinin başına gelenler İran şahlarının başına gelmemiştir. Satranç oynasın oynamasın hemen herkes "şah mat" tâbirini bilir. Muârız şâha hücum ettiğiniz zaman "şah" diye ikaz e-der, gidecek yeri olmazsa "mat " der, oyunu bitirirsiniz. Arapça "mâte" öldü demektir. Ama artık kalıp halinde "şah mat" "şah öldü" demektir. Bir satranç tabiri olarak bunların birbirinden ayrılamıyacağı gibi, dilimize geçerken de böylece kalıplaştığı için kimse onun yerine "şah öldü" demez. Ortaçağ'da satranç oyunu Acem diyarından kalkıp Frenk diyarına göç ettiği zaman "şah mat" sözünü de beraber götürdü. Satranç bugün belki oyunların kralıdır, ama Ortaçağ Avrupasında ancak kralların oyunu idi. Şu var ki, "şah mat'taki "şah" sözü, "zarar, ziyan, mağlubiyet" mânâsıyle şatolardan aşıp halka karıştı. "Şah" kelimesi eski Fransızca'da "escheque, eschec" yazılıp "eşek" diye okunmuştur. (Bunun satrançtaki "at"la bizim "merkeb"le, hiç bir alâkası yoktur.) Orta İngilizce'de "escheque" baştaki harflerin düşmesiyle "checque" haline gelmiştir. Derken "check" (çek) diye yazılmaya başlanmış, mânâsı da "zarar ziyan"-dan "kontrol, tevbîh'e intikal etmiştir.Arkası çorap söküğü: "check" kontrol demek olduğuna göre, "kontrol altındaki para" için" chekkere" denmiştir. Derken "kontrol, murabeke" altındaki paranın veya bir kısmının ödenmesi için verilen yazılı emre de "check" adı verilmiştir. Ve bugün yalnız İngiliz bankalarında değil, bütün dünya bankalarında harıl harıl çekler alınıp veriliyor. İnsan şah adını düşünüyor da şu "çekilenler" pişmiş tavuğun başına gelmez diyor.Şimdi soralım: Bu kelimelerin aslı, hâlis muhlis Farsçadır diye İranlılar para yerine geçen kâğıt parçasını hükümdarlarının adı ile mi çağırsınlar? Alış-verişlerinde "çek" yerine "şah"mı istesinler?Birinin kalkıp "üstad"ın aslı Türkçe "usta"dır. Acemler "usta" demeyi beceremedikleri için "üstad" demişlerdir. Öyleyse biz de onların kelimesini dilimizden atalım demesi uygun değildir. Bir kere "usta" ile "üstad" yapışık kardeşler gibi birbirinin aynı değildir; aralarında ince bir fark vardır. "Usta" belki Acemistana buradan gitmiştir. Ama üstad olarak vatana dönmüştür. "Usta" diye bir "zanaaf'ta mâhir olana denir. "Üstad" ise bir ilim veya sanatta üstün yeri olan kimsedir.Diğer yandan, aslında "zanaat", "sanat"ın taşra ağzı ile telâffuzundan ibarettir. Fakat aralarında mânâca bir nüans mevcuttur. "Türkçe sözlük'e göre "zanaat", "maddeye dayanan ihtiyaçları karşılamak üzere yapılan ve az çok el mahâreti isteyen muayyen bir iş''tir. Demircilik, marangozculuk, gibi "Sanat" bu mânâya gelmekle beraber bir mânâ daha taşır; hoşa gidecek, hayranlık uyandıran bir âhenk veya ifâde kullanma işi: Selimiye Camii, yüksek bir sanat eseridir. Selimiye kışlasında hiç sanat yoktur. Şu halde, "zanaat" yerine "sanat" diyebiliyoruz, fakat sanat yerine her zaman "zanaat" diyemiyoruz.Bazı kelimelerin hakiki etimolojilerine indiğimiz zaman, bunlar bazen birer heyecanlı tarih sayfası kadar insanı cezbederler. Meselâ, Almancaya, Lehçe'ye, Fransızcaya, İngilizceye ve daha pek çok dillere girmiş olan "horde" kelimesi Türkçe "ordu"dan gelmedir. İnsan ne zaman bu kelimeyi bir ecnebi dilde görse, gözünün önüne, başlarında tolgaları, ellerinde kılıçlarıyla heybet ve haşmet saçan atlı akıncılarımız gelir."Hakî" kelimesi Hintçe'dir. 1850 yıllarında Hindistan'daki "İngiliz Guide Corps"u beyaz üniformalarını kamufle etmek maksadıyle onları toz toprağa bularlardı. Yerliler İngilizlerin bu kılıklarına bakıp "tozlu" manasına "khaki" dediler. Demeleriyle tutması bir oldu. Yalnız İngilizler değil bütün dünya bu Hintçe kelimeyi kendi öz diline mâl etti.I. Dünya Harbi'nin en kritik devresinde İngilizler zafer ümitlerini gizli bir silâha, tanka bağlamışlardı. Fakat bu silaha daha bir ad bile bulamadan onu Fransa'ya sevketmek gerekiyordu, —seri ve gizli olarak düşmanı avlamak şarttı— Alman ajanlarını aldatmak için tahta ambalajların üzerine iri puntolarla "su haznesi" mânâsına "TANK" diye yazdılar. Ajanlar yanıltıldı, ithilaf devletleri cepheyi yardı, savaş kazanıldı ama isimsiz silahın adı "tank" kaldı. İngiliz gemicisi Kaptan Cook 1770'de Avustralya'ya çıkıp ta önden cepli, yandan kollu, uzun bacaklı, hop hop giden garip hayvanlarla karşılaşınca hayretler içinde kalır, yerlilerden birisine hayvanın adını sorar. O da "ne söylüyorsun, anlamıyorum" mânâsına "kan—gu—ru" diye cevap verir. Öteki (Cook) memnun, hayvanın adını İngilizce imlâsı ile "kangaroo" şeklinde deftere geçirir. Halbuki Avustralya yerlilerinin kendi dillerinde kangurunun adı. "wallabi"dir.Arapça'da "şafak" "güneş batmasından sonraki alacakaranlık" mânâsınadır. Halbuki Türkçe'ye "tan zamanı" yani güneş doğmadan evvelki alacalık diye geçmiştir. Böyle tam ters mânâsıyla dilimize geçmiş başka kelimelerden bahsederken İsmail Habib Şevük şöyle der: "Farsça'da "ön" mânâsına gelen "piş''i biz "peşimden gel" diye "arka" mânâsına kullanırız. Arablar "hala"yı "teyze" mânâsına kullandıkları halde biz onu ananın kız kardeşliğinden çıkarıp babanın kardeşi yaptık. Farsça, "serbest'in "başı bağlı" demek olduğu meydanda iken biz onu tam tersine "başı boş" hale getirdik.""Poyraz"ı "şimal rüzgarı" mânâsına "boreas"tan dilimize aktardığımız gibi daha nice yabancı kelimeleri böyle asıl veya değişik mânâlarıyle alıp söylenişiyle dilimize uydurmuşuzdur. O kadar ki, o dilin sahihleri bile anlayamaz. Meselâ: Çamaşır (câme—şuy); "çorap"(çeyrep); "patlıcan" (bâdingâh); "çarşaf (çadır—şeh); "çapraz" (çeburast); "sarnıç" (sihriç); "tandır" (tennur); "mahmuz" (mihmaz); "perşembe" (penç—şenbeh); "hoşaf (hoş—ab); demektir. Şimdi "hoş—ab"a bakalım. Farsça "hoş su" demeye geliyor. Ama biz hoşafı içerken ne etimolojisini ne de başka bir dilden geldiğini düşünürüz. Çünkü icabında "hoşafın suyu" sözünü bile söyleriz. Halbuki bu "hoş su suyu" demek olur. Bizim tabirimiz hoştur ama bazan haşivlerin hoşa gitmeyeni de olur.Bazı kelimeleri fonetik bakımdan olduğu gibi bırakmışız, yani şekil ve telâffuzlarına dokunmamışız da, semantik değişikliğe uğratmışız. İsmail Habib Sevük: "Farsça'da "pehl" asker, "vân" ise muhafız mânâsına geldiği için ikisinin birleşmesinden hâsıl olan "pehlevan" onlarda "kumandan" demekken biz kispeti giydirip onu güreş meydanına çıkardık" diyor. İsmail Hamu Danişmend de yazılarından birinde şu enteresan misalleri verir: "Bizdeki (itibar) Arapça'da (ibret almak), bizim (hile) onlarda (çâre,tedbir) bizdeki "imzâ" orada (geçirmek)tir. Arapça'da "halt", karıştırmak demektir. Halbuki biz "halt karıştırmak" şeklinde yeni bir ifade ortaya koymuşuz.Bütün bunlardan çıkan netice şudur ki, milletimizin şu veya bu yollarla başka dillerden devşirdiği lisan değirmeninde öğüttüğü, milli zevk süzgecinden geçirdiği ve seve seve kullandığı bütün kelime ve tabirleri Türkçe saymak mecburiyetindeyiz.

Hiç yorum yok: