29 Şubat 2008 Cuma

Oku(ya)mayanlara Dikkat


Oku(ya)mayanlara Dikkat
Dr. Hasan AYDINLI

Hakikatleri kavramada, okumanın yanında; işitme-dinleme, görme, dokunma ve tecrübe gibi alternatifler vardır; ancak bu alternatif faktörler, okumanın değerini yok edememektedir. Okumak; hayatın her kademesinde öğrenme, tecrübe, keşif ve şahsî kemalât için elzemdir. Okuyamayan kişiler, doğruya ulaşmada maddî-mânevî sıkıntılarla boğuşmak zorunda kalabilir. ‘Okuyabilme’nin kıymetini, okuma güçlüğü (disleksi) olan kişilerin yaşadıklarına bakarak daha iyi anlayabiliriz. Okuma güçlüğü nedir? Literatüre 1978 yılında giren ‘okuyamama problemi’, belli bir zekâ seviyesine rağmen kişinin, zekâsını okuma yönünde kullanamaması olarak tarif edilir. Yaşına uygun birçok işi rahatlıkla yapabilen, matematikte, yazı yazmada, el işlerinde kabiliyetli bir çocuğun, harfleri öğrenemediği ve buna bağlı olarak herhangi basit bir metni okuyamadığı görülebilir. Bu tip okuma güçlüğü, zekâ geriliğine veya noksanlığına bağlı bir durum değildir; çünkü Einstein, Edison gibi mucitlerin de geçmişte bu problemden muzdarip olduğu bilinmektedir.Yavaş okuma, eksik okuma, okuma çalışmalarını sevmeme, okuduğunu anlayamama, kelimelerin sonunu yanlış tamamlama gibi belirtiler, okuma güçlüğü olan kişilerde sık görülür. Bu kişiler, ‘b-d’, ‘m-n’ gibi benzer harfleri karıştırabilir; bazı harfleri hatırlamakta güçlük çekebilir. Öğrenmeye karşı duyulan isteksizlik, basit kavramları bile öğrenememe, kelimelerin yerini karıştırma, geç konuşma, dili kullanma kabiliyetinde görülen eksiklikler, farklı öğrenme yollarını tercih etme, öğrenme esnasında çabuk sıkılma gibi durumlar, okul öncesi dönemde okuma güçlüğünün bazı belirtileri olarak sayılabilir. Derslere ilgisizlik, çalışmaya rağmen istenen verimi elde edememe, okuma veya yazmada yaşanan zorluklar, okuma güçlüğünün okul döneminde ortaya çıkan tezahürleridir. İlkokul birinci sınıftaki bir çocuğun dakikada ortalama 70; beşinci sınıftaki bir çocuğun da 120 kelimeden daha az okuması okuma güçlüğü belirtisi olarak değerlendirilebilir. Dünyada görülme sıklığı % 4 olarak hesaplanan bu problemden, ülkemizde birçok çocuğun muzdarip olduğu tahmin edilmektedir.Okuma güçlüğünün sebepleri Gelişme esnasında, sinir hücresi bağlantılarının olması gerekenden farklı yere bağlanması gibi durumlar bu rahatsızlığın sebebi olarak gösterilse de, okuma güçlüğüne yol açan hususun ne olduğuna dâir kesin bir delil ortaya konamamıştır. Gıdalardaki bazı nörotoksik katkı maddeleri, çocukların beyin gelişmesine menfî tesir ederek bu konudaki riski artırabilir. Bununla beraber okuma güçlüğü; sol elini kullananlarda, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu olanlar ile anne veya babası bu tür zorluk yaşayanlarda daha sık görülmektedir. Okuma güçlüğünde, genetik faktörlerin önemli rolleri olduğuna dâir çok sayıda çalışma vardır. Son zamanlarda, tv ve bilgisayarla aşırı şekilde meşgul olan çocukların okuma güçlüğü yaşadığı bilinmektedir. Aşırı şekilde tv seyretmenin okuma güçlüğüne sebep olabileceği düşünülmektedir. Görme ve işitmeye ait uyarılar birbiriyle yakından bağlantılı olduğundan, görme duyusu aşırı uyarılan (meselâ tv ve bilgisayara kendini fazla kaptıran) çocuklarda, konuşma ve dili kullanma kabiliyeti daha yavaş gelişebilmektedir. Ayrıca, tv ve bilgisayarla haddinden fazla vakit harcayan bir çocuk, kitap okurken veya birini dinlerken yerinde duramamakta, âdeta günlük hayattaki öğrenme faaliyetlerinin de tv ve bilgisayardaki gibi renkli ve hareketli olmasını beklemektedir. Bu çocuklarda, bir kelime görüldüğünde olması gereken bir seri öğrenme işlemi gerçekleşmez. Okuma işleminin gerçekleşmesi için, bir harf görüldüğünde, işitme ve görmeye ait merkezlerle hafızanın devrede olması ve bu harfin beyinde tanındıktan sonra da ses olarak dışa vurulması gerekir. Görüldüğü üzere, basit gibi görünen okuma işleminde, beyinde birçok merkez hassas bir denge içinde çalıştırılmaktadır. Bu merkezler arasındaki nöron bağlantılarındaki farklılıklar, sonradan ortaya çıkan fizikî veya ruhî travmalara bağlı hasarlar ve doğuştan getirilen bazı problemler, kelimenin tanınması ve okunmasına menfî tesir edebilir.Okumayı öğrenmek için, gelen bilgilerin duyu organlarından beyne girerek burada kaydedilmesi, organize edilmesi, anlaşılması ve işleme konulup yorumlanması ve tekrar kullanılmak üzere depo edilmesinden sonra, mesaj olarak hücrelere, sinir ve kaslara, gönderilmesi gerekir.Müdahale edilmezse ne olur? Okuma güçlüğü olanlarda; diğer öğrenme güçlükleri (yazma, hesaplama vb.) de olabilir. Hiperaktifçocukların % 30-70; davranış bozukluğu olanların ise, % 30-40 kadarında öğrenme güçlüğü vardır. Okuma güçlüğü olanlarda ders başarısızlığı, sınıf tekrarı ve zaman içinde okuldan ayrılma gibi durumlar ortaya çıkabilir. Birçok anne-baba, çocuğunun kitap okumadığından şikâyet eder. Bu çocukların okumayı sevmedikleri için mi okumadıkları, yoksa okuyamadıkları için mi okumayı sevmedikleri belirsizdir. Anne-babaların, çocukların oku(ya)mama sebebini iyi araştırmaları gerekir. Oku(ya)mayan çocukların okuma problemleri uygun bir şekilde tedavi edilmelidir.Okuma faaliyeti zihin ve dilde ne kadar rahat gerçekleşirse, okuma, çocuk açısından o kadar kolay olur. Okuma esnasında zihinde harcanan enerji ne kadar az ise, okuma da o kadar rahat ve anlaşılır gerçekleşir. Okuma için ayırdıkları vakit ve harcadıkları enerji fazla olduğundan, okuma güçlüğü yaşayan kişiler zamanla okuma ve öğrenmeden uzaklaşabilir.Tedavisi nasıldır? Okuma güçlüğünün tedavisinde, erken tespit ve müdahalelenin önemli bir yeri vardır. Sinir sisteminin olgunlaşması tamamlanmadan, yani okuma güçlüğü yaşayan kişi tam erişkin olmadan (beyindeki bağlantıların gelişmesi % 90 nispetinde 12 yaşında tamamlanır) müdahale edilirse, başarı nispeti artar. Tedavide özel eğitim çalışmaları uygulanır. Bu eğitim çalışmalarında, kişinin öğrenmeyi teşvik edici hususiyeti haiz merak alanları desteklenerek güçlükler giderilmeye çalışılır. Okuma güçlüğü yaşayan kişilerin önemli bir kısmının; mekanik, teknik, mühendislik, mimarî sahalarında ve el işlerinde oldukça kabiliyetli olduğu görülmektedir. Çok kitap okutmak, bu konuda kısmî çözüm sağlasa da, esas olarak uygun bir eğitim metodu ile kişinin öğrenme yolları çalıştırılmalıdır.Neler yapılabilir? * Hayatın ilk yıllarından itibaren beyindeki öğrenme işleminin gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak için, çocukla oyun oynayıp, bolca vakit geçirmek; * Sadece bir duyu organının değil (meselâ sadece görme), diğerlerinin de (işitme, dokunma gibi) ortak çalıştırıldığı aktivitelere ağırlık vermek;* Bilhassa 0-5 yaştaki çocukları, tv ve bilgisayardan olabildiğince uzak tutmak;* Dimağın sağlıklı çalışmasına vesile olabilecek üzüm şekerini ve B vitamini türlerini ihmal etmemek;* Belli kavramları belli yaşlarda öğrenemeyen çocuklara erken müdahale etmek;* Konuşmaya geç başlayan çocuklara, okuma güçlüğü açısından daha fazla dikkat etmek;* Sağ ve solu karıştıran, yön bulmada zorlanan, hantallık ve sakarlığı bulunan çocukları önceden tespit ederek, onlara gerekli yardımı yapmak; * Anneleri, hamilelik döneminde; çocukları ise, özellikle 5-7 yaş arasında sigara dumanından, elektromanyetik dalgalardan, katkı maddesi bulunduran gıdalardan, radyoaktif ışınlardan uzak tutmak; * Hamilelik döneminde ve sonrasında annenin kitap okuması, zihnini aktif olarak kullanması; küçük çocuklara dinlemelerini sağlayacak türde kitaplar okunması;* Beynin oksijen ve gıda bakımından beslenmesini engelleyici, solunum ve dolaşım sistemlerine menfî tesir eden hastalıkların hemen tedavi edilmesi;* Dikkat eksikliği olan çocukları tespit ederek onlara yardımcı olmak;* Çocukların muhtemel görme bozukluklarını tedavi ettirmek.Okumanın hayli mühim olduğu günümüzde, bu sıkıntıyı yaşayan çocuklara yardımcı olmak, onların böyle büyük bir nimetten mahrum kalmasını bir nebze olsun engelleyecektir. Birçok problemin bilgisizlikten kaynaklandığı düşünüldüğünde, okuma güçlüğü yaşayan çocukların problemlerinin çözülmesinde atılacak adımlar önemlidir. Okumayı seven nesillerin yetiştirilmesinde, oku(ya)mayan çocukların fark edilmesi ve yönlendirilmesi ciddi bir kazanç olacaktır.
Kaynaklar- DSM-IV Diagnostic Manual of Mental Disorders. Fourth Edition, 1994 APA.- Gabrielle Weiss, 1996, Attention deficit hyperactivity disorder. Ed M Lewis, 1996, second edition, Williams Wilkins p.544

25 Şubat 2008 Pazartesi

KÜTÜPHANELER VE TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR BİRLİĞİ

KÜTÜPHANELER VE TÜRK DÜNYASI KÜLTÜR BİRLİĞİ
Cengiz ASLAN / Kütüphaneci
TÜRK YURDU DERGİSİ / MART 1993
" Kütüphanecilik zekâ ürünü olan ça­lışmaların bir araya gelmiş gücü ile ilgilidir. İçinde bulunduğumuz uygarlık ise bu güce atardamarların kalp vuruşuna muhtaç oldukları derecede ihtiyaç duymaktadır." Prof. CarI M. White

Ülkemiz, Türk dünyasının kültürel birliğini çerçevelemek zorundadır. Türkiye milli kültürü temel alınarak Türk dünyasıyla mevcut bağlar sağlamlaştırılmalıdır. Dünya milletleriyle bu mücadelede güçlü olmak, dünya güç dengesi açısından acil önem arz etmektedir. Dünya barışını sü­rekli kılmak için Türk dünyası kültür bütünü oluşturulmalıdır. "Yurtta ve Dünyada Sulh" ilkesini savunan ülkemiz, güçlü ve etkileyici olacaksa, insanlığın bekasını savunacaksa, yücelmiş ve yükselen Türk kül­türünü yaşatmalı ve yaygınlaştırmalıdır.

300 milyona yakın Türk nüfusu ve altı bağımsız Türk ülkesi. Hemen hepsi de bilgi ve teknoloji yoksunu. Maddi ve manevi kaynakları çok zengin olan Türk Dünyasının acil ihtiyacı bilgidir. Bilgi, teknoloji olarak sonuçlanır, teknoloji refah seviyesini yükseltir. Bilgiyi toplayan ve isteyene istediği özellikte sunan kütüphaneler, ülkelerin beyni ve ha­fızasıdır. Ülkemiz beyniyle, hafızasıyla Türk dünyasına açılmalı. 1989'da hızlı bir şekilde başlatılan Türk dünyası ile kültür ilişkiler, günümüzde istenilen se­viyede değildir. Ekonomik ve siyasi ilişkilere paralel ve hatta daha da ileri kültürel anlaşmaların yapılması gereken zamanımızda, yetersizliklerden ve ih­timallerden başka ülkeler yararlanmaktadır. Bu durum ileriki aşamalarda ül­kemizin zararına gelişebilir.

Türk dünyasının kültürel gücüne stratejik açıdan bakıldığında büyük bir birliğin tüm varlığıyla doğmakta olduğu görülecektir. Bu birlik Avrupa Birliği’nden daha dinamik ve güçlü olabilir. AT, kültürel birliğini tüm kurum ve kuruluşlarıyla kurarken, kütüphaneleri ihmal etmemiştir. 30.4.1984'de verilen öneri uygulama alanına sokulmuştur. Her ne kadar Türk Dünyası henüz bu gibi kararları ortak olarak almaktan mahrum olsa da, Türkiye bu gibi çalışmaların öncüsü olabilecek tecrübe ve teknik donanıma sahiptir. Teknik donamından kasıt, kütüphaneler arası bilgi ağlarının kurulması için başlatılan bilgisayar / bilişim çalışmalarıdır. Ayrıca kütüphane araç-gereçleri ba­kımından ülkemiz diğer Türk ülkelerine göre hayli ileri bir teknolojiye sa­hiptir. Ben "hemen bir Türk Dünyası Kütüphanesi" kuralım demiyorum. Bu ile­riki aşamalarda olabilir. Acil olanı, dil ve kültür birliğinin güçlendirilmesinde kütüphanelerin üzerine düşenleri yapmalarıdır. Özellikle araştırma kü­tüphaneleri hizmet ve işbirliği programlarına, Türk Cumhuriyetleri ulusal kütüphaneleri ile işbirliği başlıkları eklenmelidir. Tek­nolojik yeterliliğe sahip araştırma kütüphaneleri, "Türk Cumhuriyetleri" ile kü­tüphaneler arası işbirliğine geçebilecek uzman kadrolara sahiptirler.


Özellikle üniversite kütüphaneleri ilk adımı atabilecek maddi imkâna sahiplerdir. TBMM Kütüphanesi de ilgili ülkelerin meclis kütüphaneleriyle bilgi ağı kurmak için gerekli girişimi yapmalıdır. Vakıf kuruluşların gerek Türk Cumhuriyetleri'nde, gerekse ülkemiz­de "bilgi merkezleri" kurmak için çağdaş teknolojik donanımı temin et­meleri gerekiyor. Talep olduğunda devlet bu gibi girişimlere destek ver­mek için ortak bir fon oluşturulabilir, pro­jelerin ortaya çıkmasını sağlayabilir. Türk Cumhuriyetleri milli kü­tüphaneleri ile Milli Kütüphane'­mizin basılı ve kayıtlı materyal de­ğişimi daha kapsamlı ve düzenli bi­çimde yürütülmelidir. Tek engelin teknolojik alt yapı ve bilgisayar ağı eksikliği olduğunu sanmıyorum. Konuyla ilgili kişi ve kurumların du­yarsız ve öngörüden yoksun olduğu belli oluyor. Kültür Bakanlığı bu gibi çalışmalarda daha aktif olabilirdi. Ne yazık ki, plansız projesiz ikili iliş­kilerden öteye stratejik anlaşmalar henüz ya­pılamadı. Yapılacak anlaşmalarda kü­tüphanelerin ve kütüphanecilerin aktif rol alması gerekir. Yetersizliklerin giderilmesinden sonra, başta Kültür Bakanlığı olmak üzere, ilgili kişi ve kuruluşlar Türk dünyası ile resmi ve özel çalışmaları başlatmalıdırlar. Kütüphanelerimizin hizmet politikaları planlanmamış ve özellikle Türk Dünyası ile kurulmaya çalışılan kültür birliği için üretmesi gereken hizmetler belirlenmemiştir.
Türk Dünyası kültür birliğinin güçlendirilmesinde, kütüphanelerin üretmesi gereken hizmetlere örnek olması açısından Avrupa Toplulu­ğu'nun kütüphane politikası son de­rece imrendiricidir: "Avrupa. Parlamentosu'na bir Avrupa Kütüp­hanesi'nin oluşturulması hakkında bir öneri verilmişti. Buna göre, topluluk içinde bireylerin kültürel açıdan kaynaşmalarının sağlanması için etkin bir kütüphane politikası iz­lenmeliydi. Kütüphane sektöründe ge­liştirilen enformasyon teknolojisi, özellikle Avrupa konusunda uzmanlaşmış kütüphanelerin ve dokümantasyon merkezlerinin çalışmaları, Batı Avrupa' da bulunan belli başlı araştırma kütüphaneleri arasında Avrupa Konseyi tarafından geliştirilen işbirliği, Eğitim, araştırma ve dokümantasyon konularında ge­reksinmeleri göz önüne alınarak bir Avrupa kütüphanesi yaratılmalıydı."

Manevi değerler kültür ve bilimin gücü ekonomik işbirliğinden daha önemli ve kalıcıdır. Kültür Bakanlığı ve diğer ilgililer her şeyden önce bu iki noktadan hareket etmelidirler. Böylece ülkemizin öz varlığını ba­rındıran kütüphaneler ve diğer bilgi merkezleri işbirliğine aktif olarak ka­tılabileceklerdir. Şimdiye kadar ya­pılan çalışmalar yetersizdir. Bu yetersizlikleri başka ülkelerin doldur­masıyla ülkemizin dışlanması ihtimal dışı değildir. Unutulmasın ki, biz Türk Dünyasının liderliğine böyle bir takım ye­tersizliklerle soyunursak sonuçta hüs­rana uğrarız. Özellikle hizmet içi eğitim ve Türk şiveleri öğretimi en büyük meseledir. Kütüphanecilerin kademeli olarak hizmet içi eğitimden geçirilmesi ve Türk şivelerini öğrenmesi için ilgili ülkelere gönderilmesi şarttır. An­kara'da Türk şiveleri kursu düzenli olarak verilmeliydi. Ne yazık ki, bu kurslardan pek çok kütüphaneci ya­rarlanamadı. Yararlanmak isteyenlere de gerekli izin verilmedi! Oysa bir kütüphaneci dil bilgisi ve yeterliliği oranında başarılı olmaktadır.
Araştırma kütüphaneleri Türk Dünyası Kültür bütünü oluşturmak için kütüphanecilik alanında planlı işbirliği başlatmalı. Okul kütüphanelerine Türk Cumhuriyetleriyle ilgili eserler gönderilmeli. Ders dışı zamanlarda bu ülkelerle ilgili sohbet yapılmalı ve kültür tür yarışmaları düzenlenmeli. Özel kurum ve kuruluşların kütüphaneleri de yayın değişimi yapabilmeli. Ürettikleri hizmetle ilgili katalog, broşür, bibliyografya ve bibliyografik eserlerin değişimine özen gösterilmeli. Devlet, kütüphane araç ve gereçleriyle, fotokopi makinesi, ofset baskı tekniklerini bu ülkelere bağış yoluyla vermelidir. Pek çok dünya bilgi ağlarıyla bağlantılı bir "Türk Dünyası Kü­tüphanesi" kurulmalıdır. Türk Dünyası Bilim ve Yüksek Okulu kurulmalı kütüphane Teknolojisi adı altında ders de programda yer almalı. Kütüphanecilik Fakültelerinde bu ülke gençlerine kontenjan ay­rılarak öğrenim yapmalarına imkân verilmeli. Kütüphanecilerin Türk lehçe ve şivelerini öğrenmeleri sağlanmalı. Türk milli kültürünün temellerini oluşturan DİL, TARİH, SANAT, EDEBİYAT, TÖRE, VATAN, AİLE, AHLAK... gibi de­ğerleri anlatan ve tüm dünya Türk nüfusunu ve coğrafyasını kapsayan "TÜRK DÜNYASI ANSİKLOPEDİSİ" hazırlanmalı.

KÜTÜPHANECİLİKTE HİZMETİÇİ EĞİTİM



KÜTÜPHANECİLİKTE HİZMETİÇİ EĞİTİM VE UZMANLAŞMANIN ÖNEMİ
TÜRK YURDU DERGİSİ / MART 1994
Cengiz ASLAN / Kütüphaneci

"Bir evin ana direği eğri ise, küçük direkler de eğridir."

Kütüphaneci bir kültür uzamanı, bir iletişimci ve bir eğitimcidir. Kişilerin, temel eği­timine rehberlik yapar ve gerektiğinde öğretici ola­rak, öğrenim gören kitleye bilgi ve belge danışmanlığı hizmetlerini sunar. Ancak kalkınmış ülkelerin kalkınmışlığının eğitim ve kültür temeline dayanması ve ülkemizin sadece siyaset-ekonomi odaklı bir yönetişim tarzı benimsemesi, belge ve bilgi-bilim sektörünün önemini yeterli seviyede anlaşılmasını engellemektedir. Ülkemizde eğitim ve kültür hizmet sektörü, hizmet içi eğiti programlarından yeterli düzeyde yararlanabiliyor mu? Türkiye’de Kütüphaneci bilgi, bilim, kültür ve sanat uzmanlığı yapabilecek mesleki yeterliliğe sahip değilse, bunun temel nedeni, teorik bilgileri pra­tikte kullanamaması olabilir mi?

Her meslekte olduğu gibi kütüphanecilerin mesleki gelişmeleri, uluslararası gelişmeleri sürekli iz­lemeleri ve uygun şekilde kendi kütüphanelerinde uygulamaları, uzmanlaşmanın gereğidir. Teknolojik gelişmelerin iş hayatındaki önemi tartışılmaz… Gü­nümüzde klasik kütüphaneci anlayışıyla iş disiplini ve üretimi yapmak başarı getirmiyor. İşlerin me­kanik araçlardan, elektronik araçlara aktarılması, meslek sahiplerini de peşinden sürüklemektedir. Kü­tüphanecilikte teknoloji her geçen gün daha çok yer edinmekte ve kütüphanecileri konularında uz­manlaşmaya zorlamaktadır. Ülkemizde kendi alan­ında uzmanlaşmış kütüphanecilerin çok az olması ya da uzmanlık düzeylerinin yeterli olmaması ne­deniyle, kütüphanelerde gerçekleştirilmeye çalışılan belge ve bilgi otomasyon çalışmalarından standart verim alınamamaktadır.

Tüm mesleklerde olduğu gibi yöneticilik ayrı bir uzmanlığı, koordinasyon ayrı bir uzmanlığı ve denetleme ayrı bir uzmanlığı gerektiriyor. Artık tek şef veya tek yönetici, işlerin boyutlarının çok geniş ve kapsamlı olması nedeniyle hepsini birden yürütemiyor. Her alan kendi konusunda uz­manlaşmayı zorunlu kılıyor. Yeni bir anlayışın ilkelleşmesi için ilgililerin dik­katleri "alan (konu) uzmanlığına" çekilmelidir. Alan (konu) uzmanlığının temini için meslek sahibi herkesin hizmet içi eğitimden yararlanması şarttır. Ay­rıca, teoriden (öğrencilik zamanı) pratiğe (iş) geçen her meslek sahibinin hizmet içi eğitimden yararlanması uluslar arası standart uygulamaların yaygınlaşmasının da kolaylaştırmaktadır. Ve yine meslek sahibinin hizmet içi eğitimden yararlanması mesleki bir haktır. Bu hakkın kullanılması için hizmet içi eğitim po­litikasının kişilerin belirleyiciliğinden çıkarılması ge­rekir. Bu hak kamuda yazılı belgelerle düzenlenirse, adilane bir sistemin yerleşip gelişebileceğine inancım tamdır.

Kişinin iş yerinde veya bir eğitim merkezinde, kendi alanında, mesleki yeterliliğini geliştirme ve başarılı olması için o kurumun sağladığı imkânla ya­pılan eğitim-öğretim, "hizmet içi eğitim" diye ad­landırılmaktadır. Bu eğitim, kurumun amaçları doğ­rultusunda tespit edilen program çerçevesinde yapılır. Eğitimin özünde, kurumda kullanılan ya da kullanılacak olan her türlü yenilik ve gelişmelerle il­gili olarak meslek sahiplerini bilgilendirmek, ki­şilere iş pratiği kazandırmak ve ahlaki değerler içerisinde çalışılma anlayışını benimsetmek vardır.

Kütüphanecilikte hizmet içi eğitim yeterli dü­zeyde ve yaygın olarak kullanılmamaktadır. Daha çok geleneksel usta-çırak yöntemi ile kişileri bil­gilendirme yoluna gidilmektedir. Çağımızda artık bu yöntem tamamen iflas etmiştir. Çünkü bu yöntemde özendirme değil, emir ve baskı söz konusudur. Ay­rıca, meslek sevgisinin ve idealizminin aşılanması da mümkün olmamaktadır. Kişi değerlendirilmeden, kabiliyeti ve hangi bölümde daha faydalı olacağı hakkında bir fikir edinilmeden görevlendirildiği tak­dirde, meslek sahibi başarısız olursa onun tamamıyla meslekten soğuması, iş veriminin düşmesi gibi sonuçlar ortaya çıkacaktır. Sonucun olumsuz olması, kişinin amirlerin gözünden de düşmesine neden ola­cak, belki de tüm meslek hayatını kötü yönde et­kileyecek yanılgılara yol açacaktır. Bilinir ki, hiz­met içi eğitim kişileri işiyle kaynaştırarak verimliliği artırır. Fakat kimi zaman bu konuda yanlış po­litikaların uygulanması, insanların dışlanmasıyla so­nuçlanır. Devlet, para ödediği insana hiç bir iş ver­meyerek zararlı mı, karlı mı çıkıyor, amaç nedir? "Üzüm yemek mi, bekçi yi dövmek mi?" Amaç, per­sonelden aldığı ücret değerinde yararlanmak olmalıdır. Çünkü genelde devletin, özelde o mesleğin kalkınıp, gelişmesi söz konusudur. Kütüphanelerde bu gibi personel kıyımının as­gari düzeye indirilmesi için "hizmet içi eğitime ge­reken önemin verilmesi kaçınılmaz olmuştur."
Araştırma kütüphanelerinde bile hizmet içi eğitim verecek uzmanların olmayışı çok vahimdir. İstihdam edilen kütüphanecilerin uzmanlaşması, şansa ve torpil gücüne kal­maktadır! Aday memurluk süresi içinde kazanılması gereken uzmanlaşma, yıllarca sürebiliyor. Eğer bir kaç bürokratın himayesini kazanırsa, uzmanlaşması kısa zamanda mümkün olabiliyor! "Mesleki yeterliliğe sahip olmayan kişilerden, sitemle bütünleşmesi beklenemez. Bu kişiler, bir iş akışı çerçevesinde dahi başarılı olmayabilir. Tüm bu olumsuzlukları yok edebilmenin tek yolu, süreklilik gösteren hizmet içi eğitim politikasıyla mümkündür. İddia edilebilir ki, kütüphanecilerin öğrenim görürken yaptıkları staj, bir hizmet içi eğitimdir. Fakat aslında öyle olması gereken bu uygulama, kütüphanecilere uzmanlaşmanın yolunu açmamaktadır.

Aksine, kütüphanecilik dışında bir takım angarya işlerin yaptırılmasıyla, staj zamanı boşa harcanmaktadır. Bunun önlenmesi için, stajın okullar tarafından belirlenen bir programa uygun olarak ve kütüphanecilerle işbirliği içinde yapılması gerekir. Bir başka konu da, ülke içinde hizmet içi eğitim politikasına yeterli ilgiyi göstermeyen, özel ve tüzel kuruluşlar çeşitli imkânları değerlendirerek seçilmiş elemanlarını yurt dışına gönderme tercihleridir. Burada önemli olan şudur: Yurt dışında bilgi ve görgüsünü artıracak olan eleman, dönüşte konusunda uz­manlaşmış olarak hizmet üretebiliyor mu? İşin gerçeği, yurtdışına gönderme politikası ödüllendirmeye yönelik bir politika halini almıştır. Kimi zaman, yurt dışına gönderilen personelin kurumda kalması ve kurum hiyerarşisine sadakati zor sağlanabilmektedir. Yurt dışı eğitim görgü politikası, meslek sahipleri tarafından bir kariyer olarak görülmekte fakat dö­nüşte bu kişilerin herhangi bir unvanla hizmet üretecekleri-kütüphaneciler için- ön görülmemektedir. Böyle bir politikanın izlenmesi, meslek ahlakına aykırı bir­ takım haksızlıkların olması anlamına gelmektedir. Her şeyden önce kişi değil, kurum düşünülmelidir. Ülkemizde, kişiler kurumlardan daha doğrusu dev­let bekasından daha önemli olabiliyor!
Devlet bürokrasisi, kişisel tercihlerini devletin ve genel çıkarlarını düşünerek yapmak zorundadır. Kimi torpilli kişiler zorla yükseltilirken, kimileri de başarısız gösterilirse ve bu durum hukuka, fırsat eşit­liğine ve ahlaka aykırıysa, devletin çarklarında pas­lanmalar, kırılmalar baş gösterecektir. Daha özele indirgediğimizde, kurum içinde aynı sonuç söz konusu olacaktır. Kurum, istenilen hizmeti üretemez durumda kalacak ve tıkanacaktır.

Ancak bilimsel yollarla, adilane yaklaşımlarla tespit edilecek elemanların kariyer yapma1arıyla, mesleki başarılar mümkündür. Bir meslekler birliği olan devlet çatısı, devletin gücünü veya güç­süzlüğünü ortaya koyar. GÜÇ UZMANLAŞMA DEMEKTİR. Uzmanlaşma, sürekli özel eğitimle mümkündür. Özel eğitimler hizmet içi prog­ramlarıyla yapılır. Özel eğitime yönelik çeşitli metotlar geliştirilmiştir. Bu metotlar paralelinde ya­pılacak hizmet içi eğitim, tüm personele yönelik olmalıdır. Eğitim sonrası yapılacak yazılı ve sözlü sınavdan sonra, elemanlar yetenekleri doğrultusunda görevlendirilmelidir. Kişinin, bu alanda belirli bir süre sonra gerçekten yeterli derecede yetkinleştiğine inanıldığında, uzman unvanı verilmesi en doğru karar olacaktır. Uzman kadrosuyla çalışacak kütüphaneci1erin tatminkâr bir ücrete kavuşması da mümkün olacaktır. Gönül isterdi ki, "Devlet Me­murları Eğitim ve Öğretim Merkezi" (?) uz­manlaşmaya yönelik eğitim ve öğretim hizmeti verme amacına uygun olarak çalışsın. Gerçekte, böyle bir merkeze ihtiyaç duyulmaktadır. Bununla birlikte Avrupa standartlarında hizmet içi eğitimin sağlanması, hem mesleğimizin gelişmesi hem de devletin kalkınması açısından yararlı olacaktır.
Uzmanlaşma için yapılacak hizmet içi eğitim so­nucunda sınavları, Devlet Personel Dairesi Baş­kanlığı değerlendirerek kurumlara bildirmelidir. Uzman unvanı bu sınavı kazananlara verilmelidir. Bir fikir vermesi açısından aşağıda "kaynakça" gös­terilmiştir.


DİPNOTLAR
Kamu Kurum ve Kuruluşlarının Hizmet Ön­cesi ve ,Hizmetiçi Eğitim Faaliyetleri 1987. An­kara: DIE, 1989, 13 s.

İşletmeler, KİT’ler ve Kamu Kuruluşları için Hizmet İçi Eğitim EI Kitabı / A. Hayrettin Kal­kandelen. Ankara; (Yayl. y.), 1979, (Ajans - Türk Matbaası), 176 s.

Türkiye’nin Eğitim Sorunu Açısından Ku­rumlar için Hizmetiçi Eğitim Sistematiği / Sadi Ekdemir. Ankara : (Yayl.y.), 1972, (Cihan Mat­baası), 95 s.

Hizmet içi Eğitim / Haydar Taymaz. Ankara.: A.Ü,E.F., 1981, 183 s.

Hizmet içi Eğitim Çalışmaları ıle İlgili Anket. Ankara: MEB, 1988,6 s.

İş Ölçümü İş Planlaması Verimlilik; Kuramsal ve Örnek Uygulamalı / Hikmet Timur. Ankara: TODAİ, 1984, 160 s .

İş Planlaması ve İzleme Sistemi. Ankara: İş Vakfı, 1986,36 s
.

22 Şubat 2008 Cuma

KİTABIN HÜZÜNLÜ ÇAĞRISI


KİTABIN HÜZÜNLÜ ÇAĞRISI
İnsanımız buhranlar içinde zihni karmaşıklığın arttığı, adına depresyon dedikleri hastalıkların çoğaldığı bir çağda yaşıyor. İnsanlarımız artık fikirleri değil, hatta olayları bile değil şahısları tartışmaya, konuşmaya başlamışlardır. Bu da insanımızın fikri zenginliğinin ne seviyede olduğunu gösterir. "Eğer millet olarak geçmişteki şerefli yerimizin yeniden kazanılması ihtişam dönemimizin bir kere daha yaşanması ve milletler arası işlerde, denge unsuru olmamız arzu ediliyorsa, evvela zamana hâkim olmanın yolları araştırılmalıdır. Bu önemli sermayenin en küçük parçası dahi heder edilmemeli ve onu en iyi şekilde değerlendirmenin usul ve metodu nesillere ezberlettirilmelidir." ***
Ömrün kısalığından dem vurmamalıyız. Önemli olan hayatın uzunluğu kısalığı değil, önemli olanı mevcut zamanın değerlendirilip başaklar haline getirilmesidir. Ara vermeden her gün 1-2 saat olsun vazifesini muntazam yerine getiren nice kimseler vardır ki, zamanla ortaya koyabildikleri eserlerin çokluğu karşısında kendileri bile hayretle kalırlar. Boş kafalar ve boş beyinlerden boş kelimeler çıkar. Bu boş zihinleri doldurmalıyız. Daha sonra taşırmalıyız. Etrafımıza güzellikleri anlatmalıyız. Bunun için çok kitap okumalıyız. Bizler kitaba değer veren bir milletin torunlarıyız. Günümüzde bu mirasa yeterince sahip çıkılmamaktadır. Oysaki tarihimiz kitap okuma işini bir sanat haline getirenlerle doludur. Onlar bu işi bir meslek olarak değil gaye olarak hayatlarına şiar edinmişlerdir. Onlar mezara kadar okumayı bırakmamışlardır. Arkalarından birçok eser ve memnun olmuş gönüller bırakmışlardır. Sinelerimizde ki sevgileri ve büyüklükleri her zaman var olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Bu değerli şahsiyetlerin kitapla olan maceralarına kısa kısa değinerek acaba bizler zamanımızı nasıl değerlendiriyoruz sorusunu vicdanlarımıza sormalıyız.
GEÇMİŞTE KALAN KİTAP SEVDALILARI
— Fatih Sultan Mehmet'in çocukluktan başlayan bir okuma tutkusu vardı. Arapça ve Farsçanın yanı sıra Latince, Yunanca, Slavca ve İbraniceyi öğrenen Fatih Sultan Mehmet, bazen sabaha kadar okur, okuduklarım not alır ve onlardan yararlanarak planlar yapardı. Fetih yolundaki en büyük payda bu okuma sevdasıdır.
— Yavuz Sultan Selim, 8 yıllık kısacık saltanatına kıtalar fethini sığdıran koca sultan, develere yüklettiği kütüphanesini bir an olsun yanından ayırtmamakta ve şehzadelik döneminde 3 saate indirdiği uykusuyla günde 8 saatini kitap okumaya ayırmaktaydı.
­--Mustafa Kemal'in uşağı olan Cemal Oranda bir hatırasını şöyle anlatıyor: "Bir gün yine Atatürk tarihle ilgili kitap okuyordu. Öylesine dalmıştı ki çevresini görecek hali yoktu. Ülkeyle bir sürü sorunlar dururken devlet başkanının kendini tarihe vermesi Vasıf Çınar'ın biraz canını sıkmış olacaktı ki Atatürk'e şöyle dediğini duydum:"
Paşam Tarihle uğraşıp kafanı yorma. 19 Mayıs'ta kitap okuyarak mı Samsun'a çıktın?"
Atatürk Vasıf Çınar'a şöyle cevap verdi:"
Ben çocukken fakirdim. İki kuruş elime geçince bunun l kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydı, bu yaptıklarımın hiç birini yapamazdım."
— Taha Akyol okumanın önemine şu sözlerle dikkat çeker; "Sadece meslek gereği okumak zorunda değilim ben, aynı zamanda okuma denilen eyleme de vurgunum. Başkalarının zihin dünyasında dolaşma daha büyük hayatların içine girebilme imkânı sağladığı için de okuyorum. Başka türlü asla öğrenemeyeceğim birçok şeyi bilmemi sağlıyor. Okumalarım, daha sağlıklı düşünmemi ve doğru karar almamı da sağlıyor. Keyifli bir günde 3 tane hacimli kitabı okuyup, notlarımı da bilgisayarıma işleyebiliyorum.
—Herkes Barış MANÇO' yu yılda 5OO.OOO km yol kat eden bir seyyah olarak bilir. Ama seyahatlerine verdiği önemi kitaplara da verirdi. Öyle ki kütüphanesi sayısız kitaplarla doluydu.
—Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuran merhum Turgut ÖZAL ve ülkemizin en hızlı okurlarından biri olan merhum Adnan KAHVECİ' nin bulunduklar konuma yükselmelerinde kitap okumaya verdikleri önem herkesçe bilinmektedir.
—Cemil Meriç gece gündüz okurdu. Bu yüzden gözlerinin gücünü her gün biraz daha yitirdi. Ne var ki, o buna hiç aldırmaz, odasında masanın üzerine sandalyeyi koyar, kendi de san sandalyeye çıkar kitabını, ampule 30 cm uzaklıkta tutardı. Bunu, elektrik ampulünü aşağıyı değin itecek kordona verecek parası olmadığı için yapardı. Parasızlığının sebebi ise de, parasının tamamım kitaba yatırmış olmasıydı. Kendisine bir şey sorduğumuzda, filanca yazarın, filanca kitabının, filanca sayfasında olduğunu söylerdi.
—Azerbaycanlı şair Bahtiyar Vahapzade’yle yapılan röportajdan bir pasaj aktaralım: "Vahapzade diyor ki; Azerbaycan da benim ve birçok yazarın kitapları 50 bin, 80 bin, 100 bin basılır. Mesela benim buraya gelmeden önce "Gelin Açık Danışak" adlı kitabım basıldı. Tirajı 40 bin, 3 günde bitti. İlave olarak 100 bin bastılar.
—Hilmi Ziya Ülken Bu ordinaryüs profesörümüz, okumaya başlayacağı zaman ayaklarını su dolu bir kovaya uyumamak için sokar, sabahlara kadar okurdu.
—Ömer Nasuhi Bilmen, Bu meşhur İslam âlimi diyor ki: "Küçük yaşlarımda elime geçen eserleri bir gecede okuyup bitirirdim. Gözlerim kan çanağına döner sıhhatim bozulurdu. Annem gecenin geç saatlerinde gelir, ıslanmış lambanın camlarını siler bazen de "Artık yeter, yat" diye üfleyip giderdi.

—İmam-ı Vaki, Bu hak dostu karnı acıkınca sadece yemek yer, ekmek yemezdi. Sebebi sorulunca: "Ekmeği çiğnemeyle geçen zaman içinde günde 50 tane ayet veya hadis öğrenirim" derdi.
—İbnül Nefis, Fıkıh ve tıp âlimi İbnül Nefis okuyup öğrendiklerini yazmaya başladığı zaman tükenen kalemlerini açmak için vakit kaybetmemek maksadıyla yanma birçok kalem koyar, tükeneni bırakarak hemen yenisini alırdı.
—Kâtip Çelebi, diyor ki: "Mumlar tükenir güneş doğar, ben hala okurdum. Gözüme uyku girmezdi.
—Endülüs hükümdarı el-Hakem, kitap satın almak üzere uzak memleketlere tüccarlar göndermekte ve henüz tanımadıkları kitapları satın alıp Endülüs'e getirmeleri için bu tüccarlara bol miktarda para tahsis etmektedir. EI-Hakem, Ebül Ferec el-ısfahanının "Kitabül- Ağani" isimli bir kitap yazdığını öğrendiği zaman, derhal eserin müellifine saf altından 1000 dinar yollayarak piyasaya çıkmadan elde eder.
— İslam dünyasının ilk kitapçı dükkânları Abbasi devletlinin kuruluş devresinde ortaya çıkmıştır. El Yakubi, Bağdat mahallelerinden bahsederken sadece bir mahallesinde 100 den fazla kitapçı dükkânı olduğunu belirtir.
— Henüz karanlığı üzerinden atamamış Avrupa'nın en bilgili hükümdarı sayılan Fransa kralı V. Charles 'in kütüphanesinde 900 kitap bulunup, kilise kütüphanelerinde bulunan çok az sayıdaki zincirlerle bağlanmış kitapların demir parmaklıklar arasından okutulduğu bir devirde, kapı komşusu Müslüman Endülüs hükümdarı halife II. El Hakem'in kütüphanesinde 600.000 yazma kitap bulunurdu.
— Harun Reşit Ankara'yı zapt ettiği zaman ve Halife Me'mun da Bizans imparatoru III. Michael'e karşı zafer kazandığında savaş tazminatı olarak, para veya altın yerine eski el yazmaları talep etmiştir.
— İbnül Cezvi hayatını araştırdığımız zaman;
*Tedris i Telif ve fetva hazırlamakla geçirdiği ömrünün tek anını bile boşa geçirmediğini,
*Eser vermedik hiçbir ilim dolu bırakmadığını,
* Bazısı 20 cildi bulan 340'tan fazla eser verdiğini,
*Günde 4 defter doldurduğunu,
*Bir yılda yazdıklarının 50-60 cilt tuttuğunu görürüz.
— Çok okuma meraklılarından CAHIZ'ın kitaba verecek parası olmadığı için, kitapçı dükkânlarını geceleri kiralayıp, sabaha kadar incelemelerde bulunduğu meşhurdur.
—İbrahim Hakkı Marifet Name sahibi şair, âlim ve mutasavvıf zamanın çoğunu kütüphanede geçirirdi. Bazen kendisini kitapların cazibesine öyle bir kaptırırdı ki, adeta yemeyi içmeyi unuturdu.
—Divan-ı Lügatit Türk'ü asırlar sonra yüz yüzüne çıkaran Ali Emiri Efendi (1857-1924)kendi ifadesiyle: "Lamba kenarında kitap mütalaa ederken sabah olmak defaatle Vaki oldu. Uyuşanı kimse yanımda yatmazdı. Okuduğum kitapları şaft-ı aleni ile(yüksek sesle) tekrar edermişim."
—İbni Teymiye ilminin çoğunu, uykudan ayırdığı zamanlardan kazanmıştır. Kitap okumaya başlayacağı vakit beline kadar varan saçlarını bir çiviye asar, böylece kitap okurdu. Uykusu geldiğinde çiviye asılı saçları uyumasına mani olurdu.
—Seyyid Kutup günde ortalama 10 saat okurdu. Kendi ifadesiyle "Bu satırların sahibi ömrünün 40 senesini okumakla geçiren bir insandır" derdi.
—Dr. Burney müzik dersi vermek için bir öğrencinin evinden ötekinin evine gittiği zamanlarda Fransızca ve İtalyanca'yı at üzerinde öğrenmiştir.
— Stephenson, geceleri makinist olarak çalıştığı zamanlar, kendi kendine matematik ve geometri öğreniyor gündüzleri de yemek paydosunda kömür veya tebeşir parçasıyla vagonlar üzerine işlemler yapıyordu.
— Watt, matematik aletleri yapmakla meşgul olduğu sırada bir taraftan kimya okuyor, bir taraftan da İsviçreli bir boyacıdan Almanca dersleri alıyordu.
— Ahmet Mithat Efendi "Ayaklı Kütüphane" diye anılırdı. Bereketli ömrüne 226 kitap yazmayı sığdırmıştır.
—Muallim Naci'nin Medrese hatıralarında anlattığı: "Boğazı geçerken kayığı alabora olan Osmanlı Şair'inin denize batarken bile, yanındaki şiir defterini sopasının ucunda suyun üstünde çalıştığının hikâyesi ne kadar dramatik ve göz kamaştırıcıdır.
— 45 yaşında vefat etmesine rağmen normal bir ömre zor sığacak çok eser veren NEVEVİ zamanı disiplin altına almasıyla konuya ışık tutar. Zira eser yazmaya, öğrenmeye, öğretmeye ve ibadete çok zaman ayırdığı için sadece seher vaktinde l kere yiyip içmeyi kendisine prensip edinmiştir.
—Fahreddin Er Razi sofraya oturduğunda bir yandan yemeğini yer, diğer taraftan kitap okurdu. Evinden mescide giderken binek sırtında 300 öğrencisine ders verdiği anlatılır.
—Eş-Şeyh Fahreddin : "Allah'a kasem olsun, yemek saatinde ilimle meşgul olmayı kaçırdığım için çok üzülürüm, zira vakit ve zaman çok kıymetlidir" diyerek yemekte kaybettiği zamana üzülmüştür.
—İbni Akil hiç boş vakit geçirmediğini yorulduğunda derhal tefekküre geçip, zihniyle birtakım meseleler halline çalıştığına ifade edilir. Bu gayret ve hırsın neticesi olarak İbni Akil 20 ayrı bilim dalında çok eğerli eserler vermiştir.
—Endülüslü İbnü Rüşd sürekli kitap okurdu. Kitap okumadan geçen sadece 2 gecesi vardır, bir evlendiği diğeri de babasının vefat ettiği gece...

—Her türlü başarısızlık karşısında inanılmaz olumlu tutumu ile bilinen Abraham LİNCOLN çocukluğunda bir çiftçinin yanında yardımcı olarak çalışıyordu. Çift sürdüğü hayvanları dinlendirdiğinde kitap okuyarak bazı okulları dışarıdan bitirmişti. Sonra ki dönemlerde bir bakkalda çıraklık yapmaya başladığında müşteri olmadığı zamanlarda kitap okuyup ders çalışarak liseyi bitirmiş, daha sonra da hukuk fakültesinden mezun olup baro sınavlarına girerek avukat olmuş ve ABD'nin 16. başkanlığına kadar yükselmiştir.
—Fransa başkanlarından Daguessau yemek vaktini beklediği sıralarda boş durmak yerine sürekli yazmış ve kocaman bir kitap meydana getirmiştir.
—İbnü Sina 10 yaşına bastığında birçok bilim dalında pek çok şey öğrenmişti. Bir kitabında şöyle der: "Geceleri hep okumak ve yazmakla meşgul oldum. Uyku bastıracak olursa bir bardak bir şey içip açılıyor, yeniden çalışmaya koyuluyordum.
—Ünlü yazar Maksim Gorki bir fırında çırak olarak çalıştığı yıllarda TOLSTOY'un bir eserini okurken adeta kendinden geçmişti. Bir ara havaya kaldırdığı kitaba uzun uzun baktı ve şunları söyledi ; "Kâğıdın içinde sihirli bir şey mi var acaba?"
—Cemil Meriç kucağında yaşadığı cemiyetin üvey evladı olarak görür kendini hep. Sonra okulda hep yalnız, hep yabancıdır, sürünün dışında sevimsiz ve aptal bir dünyanın ortasındadır. Kitaplara sığınır, kendisine bir başka dünya oluşturmak, bir kale kurmak ister. Ve şöyle der. "Düşman bir çevrede ister istemez kitaplara kaçıyorum. Yani düşünceye ve edebiyata hür tercih sonunda yönelmiyorum. Yaşamak için kendime bir dünya inşa etmek zorundayım. Kitaplar bir limandı benim için, kitaplarda yaşadım ve kitaptaki insanları sokaktakilerden daha çok sevdim. Kitap benim has bahçemdi. Hayat yolculuğumun sınır taşlan kitaplardı. Kitaba demir atan yazar bu limandan ayrılmaz. Kitap sevgisi kendisinde ikinci bir fıtrat halini alır. Evet, bu limandan (Kitaptan) ayrılmak yok, ölmek var, dönmek yok.
Bir Kitabın Peşinden Ali Emiri Efendi
Türk dilinin ve kültürünün temel eserlerinden biri olan Divan-ı lugatit Türk'ü asırlar sonra gün yüzüne çıkaran Ali Emiri Efendi (1857-1924) kendi ifadesiyle "Lamba kenarında kitap mütalaa ederken sabah olmak defa defaatle Vaki oldu. Uyusam kimse yanımda yatamazdı. Okuduğum kitapları Savt-ı aleni ile tekrar edermişim" diyen Ali Emiri Efendi tipik bir kitap kurdudur. Yonya 'da maliye müfettişi olduğum yıllarda Arapça güzel bir kitap bulur ve satın alır. Ancak aldığı kitap eserin birinci cildidir. İkinci cildi de vardır ama kim bilir nerede ve kimde? Uzun araştırmalar sonunda kitabın ikinci ciltinin Kuzey Yemende San'a şehrinde oturan bir şahısta olduğunu öğrenir. Ne pahasına olursa olsun o cildi elde edebilmek için kitabın sahibine arka arkaya mektuplar yazarsa da olumlu cevap alamaz. Bütün rica ve ısrarlarına rağmen adam kitabı satmaya yanaşmaz. Al i Emiri Efendi, ümitsiz ve huzursuzdur. Fakat kitabın peşini bırakmaz. Yüz yüze görüşürse belki adam ikna olabilir düşüncesiyle Yemen 'e gitmeye karar verir. Fakat Yonda nere Yemen nere...
Emiri efendi kitap uğruna katlanamayacağı hiçbir maddi-manevi fedakârlık yoktur. Fakat resmi vazifesini bırakıp nasıl gidecektir. Onun da kolay yolunu bulur ve Bağlı olduğu nezarete müracaat ederek Yemen'e tayinini ister. Allah tan ki, Yemendeki şahıs o günlerde kitabı satmaya razı olurda bir kitap macerası böylece tatlı neticeye bağlanır.
İşin daha da takdis tarafı, Ali Emiri Efendi fakr u zarurete çile dolu ömrü boyunca oluşturduğu paha biçilmez yazmalarla dolu kütüphanesini, sağlığında milletine bağışlama civanmertliğini gösterir. Hem de neye rağmen? Fransızların devrine göre 30.000 altın gibi astronomik bir satın alma fiyatı ve Paris'te adına bir kütüphane, yaşadığı müddetçe yüksek bir maaşla hafız kütüb olarak kitaplarını başında bulunma, emrine Müslüman aşçı ve hizmetkâr verme gibi çok cazip bir teklife rağmen...
Ali Emiri Efendi büyük bir fazilet örneği sergileyerek bu teklife hiç tereddüt etmeden şu cevabı verir: "Efendiler, ben kütüphaneyi milletimin bana verdiği maaşla yaptım. Öldüğüm zaman milletime kalması için. Bir daha böyle bir teklif ile gelirseniz, sizi buradan kovarım."
KAYNAKLAR:
1-Aydın Selim(l994), Bilgi Çağında İnsan, TÖV Yayınları, İzmir, ( Sayfa:38-39-40)
2-Refik İbrahim(2003), Tefekküre Yolculuk, Albatros, İstanbul, (Sayfa:73-74-75)
3-Baran ziya(2004), Kendi Kendine Hızlı Okuma, Zambak Yayınevi, İstanbul (Sayfa: 17-18-19-20-21)
4-Refik İbrahim(!997) Kültürde Dirilmek, TÖV Yayınları, İzmir, (Sayfa:111-112-113-115)

ABDULKADIR GÖK

16 Şubat 2008 Cumartesi

Kitap okuyan Çocuk video

videolar " Bizim Memleket" Faruk Nafiz Çamlıbel

"Bir Gece" Faruk Nafiz

Orhan Veli "Anlatamıyorum?"

Kütüphanecilik Formatörlüğü Kursu Mersin Resimler



































































OKUMA KİTAPLARIM


OKUMA KİTAPLARIM
Bu yazıda ünlü ozanlarımızdan Z. Osman Saba kitapları hakkında duygu ve düşüncelerini anlatıyor.Sevgili okuma kitaplarım. O kitaplar aylara bölünmüştü. Kış aylarına düşen parçalarda kış resimleri vardı. Sonra, o resimler gittikçe değişirdi. Dallar, yavaş yavaş tomurcuklanır, ağaçlar çiçek açardı. Paltolu çocuklar, paltolarını çıkarmaya başlardı. O resimler böylelikle, bizlere de tatilin yaklaşmakta olduğunu hatırlatırdı.
Bazen kitapların son sayfasını açardım. Orada bir kelebek veya çiçekli dala konmuş bir kuş resmine dalar giderdim. Bu sayfalara ne zaman geleceğiz? Bu sayfaları okuyacağımız günlere ne zaman kavuşacağız, diye düşünür dururdum. Oysa daha okulda yılın yarısına bile ulaşmamıştık. Sınıfımızın camlarını sert yağmurlu kış rüzgarları sarsıyordu. Böyleyken ben kitaplardaki o resimlere baktıkça yaz tatilinin hayallerine kapılmaktan kendimi alamazdım.
Neler düşünürdüm neler.. Sınavların başlayacağı günleri düşlerdim. Okuma dersinden hiç korkulur mu? Güzel bir Mayıs günü, sınav odasına girecektim. Öğretmenim beni güler yüzle karşılayacaktı. Önüme çıkan parçayı okuyacaktım. Ben okurken dışardan kuşlar ötüşecek yeni yapraklanmış ağaçların sallandıkları görünecekti.Bahar yemişlerini satan satıcıların sesleri, çağrışmaları duyulacaktı. Öğretmenlerim okuduğum parça ile ilgili sorular soracaklar, ben hemen cevapları verecektim. Sonra «yeter» diyecekler, sınav odasından uçar gibi çıkacaktım. Okuma kitaplarındaki son parçalara baktıkça bunları düşünürdüm.
Dost okuma kitaplarım. Onlarda neler yoktu? Kısa pantolonları diz kapakları örtecek şekilde biraz geçen saçları düzgünce taranmış güler yüzlü çocuk resimleri vardı. O kitaplarda temiz giyimli köylüler, babalar, analar vardı. Bu insanların güzel resimleriyle doluydu, okuma kitaplarım. Bu resimlerdeki insanlar güzel bir dünyanın insanlarıydı. Kötülük bilmezlerdi, iyilikten başka bir şey düşünmezlerdi.
«Bizim gibi olun, iyilikten başka bir şey düşünmeyin» derdi.
Bu unutamadığım eski okuma kitaplarından bugün bir tanesi bile yok. Onların şimdi hayalimdeki yapraklarım çevirirken yine de onları eskitmemek istiyorum. Onlardan ezberimde kalan parçaları yer yer okuyorum. Bu yüzden yangında yanmış kitaplar gibi sayfaların çoğu eksik.
Sevgili dost okuma kitaplarım, sizleri zamanla bu kadar özleyeceğimi hiç bilmezdim. Böyle olacağını bilseydim, birkaçınızı olsun öbür kitaplarımın yanında saklamaz olur muydum?
Ziya Osman SABA

15 Şubat 2008 Cuma

OKUMANIN ÖNEMİ İÇİN BİR DENEME


OKUMANIN ÖNEMİ İÇİN BİR DENEME
ÖYKÜCÜ


TACİM ÇİÇEK

“Konuşmak, insanın beynini kullanma sanatıdır.”diyor Eflatun, öyleyse okumak da beynimizi besleme sanatıdır.

Goethe,”seksen yıllık ömrümün yarısından fazlasını okumaya verdim,yine de kendimden hoşnut değilim,” dediğini çoğumuz biliyoruz.Ve Mevlana’nın da,”Sen ne kadar konuşursan konuş,karşındaki seni bildiği sözcük sayısı kadar anlar.Aslolan insanın söz cük sayısını arttırmaktır.” dediğini.Aslında bu konuda verilebilecek örnek yargıların kitaplar dolusu olduğu yadsınamayacak bir gerçek.Yalnız erk, sorgulayan,yargılayan,hesap soran ve neden,niçin,nasıl’larla karşısında kendisi olmak isteyen insanlar istemiyor.Çünkü,böyle in- sanları istediği gibi yönlendiremeyeceğini ve yönetemeyeceğini iyi biliyor.Okuma,aynı zamanda bilinçlenmedir.Bilinçlenme ise bir yontunun canlanması gibidir.Duyularıyla,kanıyla ve canıyla çevresini görebilmek,kanıksadığı gerçekliklerin hiç de hakkı olmadığını kavra- maktır.Bundandır ki Osman Sabah,”halkın elinden gördüğünü alamazsınız,”demiş tir. Buradaki görmek,kendiliğinden bir görme değil,bakmak içerikli bir eylemdir.Görmek ile bakmak arasındaki farkı da bilmeyenimiz yoktur.Okumak,masalların sihirli öpücüğüdür. Uykulardan uyanmak,gözbağlarından kurtulmak ve prangalardan özgürleşmektir.Bununla ilgili söylenecek öyle çok ki…Çarpıcı örnekler olması bakımından Peronist Hükümetin aydınlara,yazarlara,gazetecilere –tabii ki öyle her gazeteciyim diyene değil- karşı yönlendir diği halkın attığı sloganı anımsatmak istiyorum:”Ayakkabılara evet,kitaplara hayır!” Bilinçten yoksun bırakılmış halk bu slogana öyle bir sarılmıştı ki sokaklar inliyordu ve aydınlar kabuklarından bile dışarı çıkmamışlardı.Bu slogan halkı sokaklara dökmüş ve aydınların,yazarların,gazetecilerin çok zor günler geçirmesini gerçekleştirmişti.Çünkü,halkın gereksinim duyduğu evinden işine, işinden evine götürüp getirecek olan ayakkabıydı.Kitaplar bunu gerçekleştiremezdi.Öfkesini kendisine bilinç taşıyacak kitaplara emek verenlerden ken -dilerini bunlara yönlendirenlere çevirememişler ve “Ayakkabılara da kitaplara da evet!” diyememişlerdi.Bunu söyleyebilmenin yolu öyle veya böyle kitaplara dokunmaktan,kitapları tanımaktan ve onların bilgilerini soğurmaktan geçiyor/du.Erk geçmişte de,günümüzde de Viktor Hugo’nun “İsyan,iktidarı bırakmayan hükümetlerin korkulu rüyasıdır.” sözünün anlamını iyi biliyor ve kültürel , sanatsal,yazınsal alanda da çalışmalarını sürdürüyor.Bilinçten yoksun bıraktırılmış halk , ”aydınlatılmamış halk ağır bir katıra benzer,sen gerisindeki sineği temizlersin o sana basar çifteyi.Çünkü ne senin yaptığının farkındadır ne de kendi yaptığının.” diyen Aristo’nun unuttuğu gerçeklik geçmişte de günümüzde de erkin çeşitli çalışmalarının sonucu olarak halkın bu duruma düşürülmesidir.Yani halk kendi dışında yaratılan ortamın sonucu oluyor bir bakıma.Suçluyu iyi saptamak gerekiyor.Aslında farklı amaçlar için dillendirildiğini düşündüğüm Hz.Ali’nin,”Çocuklarınızı bugün için değil,yarın için yetiştirin çünkü onlar sizinle aynı çağda yaşamayacaklardır.” sözünü de anmak ve halk açısından yorumlamak gerekir diye anımsatmak istiyorum.

Bugün dünyanın efendisi,sahibi,tek yöneticisi ve merkezi olmak isteyen ABD’nin kuruluşundan günümüze kadar ki tarihini ne yazık ki kendi tarihimizden daha iyi biliyoruz. Her sayfasının bir soykırım,katliam,barbarlık olduğunu da…Orada Kızılderililere,zencilere yapılanlar unutulacak gibi değil.Kuzey-Güney Savaşı’nda yaşanılanlar da öyle…ABD,son altmış yıldır dünyanın birçok yerinde değişik ve çok yönlü yöntemlerle egemenlik savaşlarını sürdürüyor.Yardımcıları,işbirlikçileri ve yardakçılarıyla varlığını adım adım perçinliyor, yeryüzüne yayılıyor.Aynı zamanda bir prototip olarak kendileri gibi yaşamayı, yaşamı daya tan ABD’nin tarihi bir bakıma siyahların okumasını engellemekle de doludur.Bu konuda en çarpıcı örneklerden biri Anthony COMSTOCH’un yaptığı çalışmadır.”Eden’in bahçelerinde yaşayan Adem babamız okuma-yazma mı bili yordu.” diyerek siyahların okumalarını engellemeye çalışmıştır.Bu alanda yapılanlar filmlere,dizilere konu olmuştur.Bu gibi söylem lerin ve karşı duruşların Cumhuriyetin ilk yıllarında,hatta l960 ların ikinci yarısına dek farklı biçimlerdeki dillendirmelerle Köy Enstitülerine ve Cumhuriyetin diğer okullarına da karşı şiar edinildiğini biliyoruz.Ve kızların okullara bugün dahi kimi bölgelerde neden gönderilmedikle rini de…
Bugün,her dönemdekinden daha çok birçok insanımızın,aydınımızın ,yazarımızın, politikacımızın,yöneticimizin kıblesi Batı olmuştur.İnanın merakımdan soruyorum.Batı kriterlerinden biri de,”günde bir gazete,haftada bir kitap,ayda bir dergi okumak çağdaş insan olmak.”Gerçekten yönetimsel piramidin en üstünden en altına dek kaç kişinin kültür kitapları okuduğunu düşünmeden edemiyorum.Çünkü okuyan insan kendi özel dünyasını yaratır.Kendi özel dünyasını yaratan insan da,insana karşı davranışlarında,eylemlerinde daha insani olur. Geçmişten bugüne baktığımızda edebiyatta,sanatta,bilimde,teknolojide,demokrasi ve insan haklarında ilerleme kaydeden toplumlar okumayı ve okuma alışkanlığı edinen bireylerin yetiştiği toplumlar olduğu görülür.Bu gerçeklik yadsınamaz.”Bir erkek çocuğunu eğitirseniz bir adam yetiştirirsiniz.Fakat bir kız çocuğunu eğitirseniz bir aileyi kurtar mış ve yetiştirmiş olursunuz.Kadınları okumuş toplumlar daha çabuk kalkınırlar.” diyen Bernard SHOW anımsandığında kıble edindiğimiz AB/Batı anlamında ilerleme kaydet mek için okuma alışkanlığını kadınlarımıza,kızlarımıza,bir yaşam biçimi olduğunu kavratma layız .Oysa biz,bugün en çok okumayan kesimini oluşturan kadınlarımızı okullara davet etme kampanyalarıyla uğraşıyoruz.Bu da gösteriyor ki oldukça gerideyiz çoğu şey konusunda kıble lerimizden.Okuma alışkanlığı kendimiz olabilmemiz yolunda bir olmazsa olmaz.Şimdi,burada edebiyat tarihçisi Cevdet Kudret’in “okullar okuma alışkanlığı kazandırabilse başka hiç- bir şey kazandırmasa da olur.”sözünü ince eleyip sık dokumalıyız.Genel ve özel amaçlar dan vazgeçilsin demiyor bu saptama.Aksine büyük bir eksikliğin altını çiziyor.Ansiklopedik bilgili ayaklı kütüphaneler ne yazık ki bizi ileriye taşımayacak.Bu anlayışla yetiştirilen gelece ğimiz tek kanatlı birer kuştan oluşuyor diye düşünüyorum.Tek kanatlı kuşların ne kadar uçabi leceklerini anımsamalıyız.Öteki kanatlarının okuma alışkanlığı olduğunu hiç unutmamalıyız. Bu bağlamda hepimize bir görev,bir sorumluluk düşüyor.Eğri oturup doğru düşünmek zorun dayız .”Yetişkin zekaları kitaplarla beslenmeyen uluslar yok olmaya mahkumdur,”diyen Ovidus’u da atlamamalıyız .Kendi gerçeklerimize nesnel bakmasını öğrendiğimizde ve pazıl ın parçalarını bir araya getirdiğimizde ortaya çıkan fotoğrafın hiç de anlattığımız ve savundu ğumuz gibi olmadığını görürüz.Eğitim sorunlarını arada dert edinen bir sendikanın (Eğitim-Sen) çıkardığı dergiden edindiğim şu veriler bizi düşündürmeli:İngilizlerin 1/10 u,Almanların 1/7 si,İtalyanların 1/4 ü okuyor. Bu ülkelerde bir kişiye 10-12 kitap düşüyor.Ülkemizde ise 2002 ye göre, 12.089 kişiye bir kitap düşüyor.Bu tabloya bakıp okuma alışkanlığımız çok iyidir diyebilir miyiz? İnanın, öğretmenlerinin, doktorlarının, polislerinin, askerlerinin, mühen
dislerinin ,hemşirelerinin, öğretim görevlilerinin,şairlerinin,yazarlarının büyük bir çoğunluğu
nun okumadığı belki de tek ülkesiyiz dünyanın. Okumadan yazmak ve mesleğini sürdürmek yine belki de bir tek bize özgü.Biliyoruz ki kötü örnek olmaz.Bizden çok kötü durumda olan-
larla kendimizi kıyaslayıp övünmenin sorunlarımızı çözmeyeceğini bilmeliyiz.
Balık yiyen balıkçıl gibi kitapyiyen, kitapdüşmanı kitapçıl, ,elmayiyen kurt gibi kitap-kurdu olmaktan bir an önce kurtulmalıyız.Bireyler ve toplumlar için okuma alışkanlığı çok önemli.Çünkü okuma alışkanlığı edinen insanlar eleştirel düşünür.Kendisine güvenir.Empati yapar.Tepkici,örgütçü olur.Haklarını savunur.Dayatılmak istenen olumsuzlukları kavrar ve bilinçli karşı koyar.Ve okuma alışkanlığı aynı zamanda düşünmeyi de kazandırır.Bu düşünme bağımlı bir düşünme değildir.Bu düşünme özgün,yaratıcı ve bağımsızdır . Gerçekliklerden, doğrulardan ve güzel olan her şeyden yana bir düşünmedir söz konusu olan.Tabii düşünme felsefeden soyutlanacak bir olgu değil.Çoğunun kıblesi olan Batı da felsefe eğitimi ilköğre timden itibaren veriliyor öğrencilere.Öğrencilerin düzeylerine uygun olarak üstelik.Dokuz yaşından başlayarak düşünme eğitimi yapılabileceği kanıtlanmış .Eğitim - Sen dergisi bu ko-
nuyla ilgili araştırmaların sonuçlarını şöyle bir tabloyla sunuyor:
Bulgaristan’da 4.sınıftan itibaren seçmeli
İspanya’da 6.sınıftan itibaren seçmeli
İtalya’da 12.yaştan itibaren zorunlu
Romanya,Kore,Avusturya,Brezilya ve Kanada gibi pek çok ülkede felsefe eğitimi uy
gulanıyor. Oysa bizde felsefe grubu dersler lise son sınıfta veriliyor ve evlere şenlik. Başta
ABD olmak üzere, ekonomiyle ilgili okullarında karşı felsefeye bile oldukça geniş yer veren ülkelerin yanında bizim felsefe eğitiminin esamesi dahi okunamaz.Bu gidişle de kıble edindik leri ülkelerin felsefe eğitiminin uzağından bile geçemeyecekler,işin tepesindeki siyasetçiler, yöneticiler.Batı ülkelerinin felsefe çalışmalarını geleceklerinden esirgeyen bir anlayışın özgün
, özgür bir düşünceden yana olması olası mı? Çünkü hep birileri bizim yerimize düşünür.Han
gi ülkenin “düşünmenin geçinmeye faydası yoktur” gibi atasözleri vardır, merak ediyorum.
Ve hangi ülkenin Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi önünde Rodin’in DÜŞÜNEN ADAM heykeli bulunuyor…Çok düşünürseniz sonunuz burası iletisi başka nasıl logolaştırılırdı bi
lemiyorum.
UNESCO’ya bağlı Dünya Çocuk Edebiyatı ve Okuma Araştırma Enstitüsü Müdürü Dr.Richard BAMBERGER’in “Okuma Alışkanlığını Geliştirme “isimli kitabı T.C.Kültür Bakanlığı Yayınları(1999) dizisinde yayımlandı.Çocuk edebiyatı konusunda da çalışma yapan birisi olduğum halde bu çalışmadan çok geç haberim oldu.Ancak okuyabildim yani.Bu kita- bın okumaya ilgisi olan herkesçe okunması gerektiğini düşünüyorum.Çünkü bu kitaba göre, okuma araştırması dünyada çok yeni ve özgün bir bilim dalı olarak değerlendiriliyor.Haksız da değiller hani.”Okumanın beyin hücrelerinin çalışmasına etkisi,kitap okumayanlarda beyin korteksinin gelişmemesi “ gerçeği Batı’da,ABD’de okulun,ailenin,devletin görevle- rinin bu açıdan yeniden sorgulanmasına neden olduğundan söz ediliyor bu kitapta.Aslında reformist , konformist ögeler,yaklaşımlar ve öneriler içerse de bu çalışma büyük bir eksikliği doldurmuş diye düşünüyorum.Soğurduklarımı birkaç tümceyle aktarmam gerekirse,Batı’da ve ABD’de devletin geleceği olan çocukları TV’nun zararlarından korumak için yasa çıkarttığın dan, ABD’de TV izlememe haftası düzenlendiğinden,Finlandiya’da televizyonların halkın kitap okuması için perşembe günleri yayınlarını durdurduğundan,artık başarı değerlendirme sinin değiştiğinden,öğrencilerin bir yılda okuduğu kitap sayısı en önemli başarı ölçütü sayıldı ğından söz edebilirim.Bu çalışmanın okullara ve ilgili başka kurumlara gönderilmesini çok isterdim doğrusu.Çünkü öğretmenlerin,okul yöneticilerinin okumalarının gerektiğini düşü nüyorum.Neden derseniz.Ne yazık ki okullarımız çocuklarımıza okuma alışkanlığı kazandır mıyor. Okumayan,kitapsevmeyen insanlar yetiştiriyoruz.Sorumluluğu da sisteme yüklüyoruz. Sisteme karşın yapabileceklerini erteleyen öğretmenlerin ve yöneticilerin işin kolayına kaçtı ğını sanıyorum.Sorunun nedeni olarak sistemi salt dayanak gören öğretmenler ve yöneticiler okumuyorlar.Çocuklara örnek ve önder değiller.Ha bire gerekçe üretiyorlar.Bu konuda kimse onların eline su dökemez.Batı’da veya dünyanın başka bir bölgesinde kalkınmış ülkelerde okullar,aileler,öğretmenler “okuma alışkanlığı”na neden bu denli önem veriyor- lar,hiç düşü nüyor muyuz? Çünkü kitap okumayanlar da zamanla okuma-yazma bilmeyenler gibi oluyor. Eğitim düzeyleri,kariyerleri ne olursa olsun…Kaç üniversite bitirirse bitirsin… Düşünmeyen ,düşünemeyen,sorgulamayan ve sadece duyduğuna,gördüğüne inanan sünger insanlara dönüşe biliyorlar.Evet,okula başlamanın ve okullar bitirmenin yaşı var,fakat okumanın yaşı yok.Oku mak bir Tabula Rasa’dır.Beyinsel besindir.Beyin bir bilgi kumbarasıdır.Damlaya damlaya dolar.Zamanı gelince de kullanır.Lütfen yazının başındaki alıntıları anımsayın ve düşünün. Son bir söz,”değişmeyen fikirler,değişmeyen gömlekler gibi kirlenir.”(Tatar Atasözü) Kirli gömlekliler de toplumda hemen fark edilir.Bu yüzden ya temiz gömlek başa,ya kirli göm lek leşe.